ALLAH’IN DEĞİŞMEZ KADERİ NEDİR?

Kader olayını tam olarak anlamak için varlık âleminin temeline inmek gerekir. Yoksa bu olay asla anlaşılmaz. Onun içinde yaratım alanının künhüne inip bize doğru adım adım gelelim.

Olayı anlamak için nuri muhammedi olarak bize sunulan hakikati iyi bilmemiz gerekir. Olay şöyle başladı; Allah zatının nurunu ışıldamasını kendinden kendine olarak seyretti. Seyrederken bir tutam nurunun içindeki nurun ışımasını karartıp saçtı. Yoksa tüm esma kuvveler yüzde yüz olacaktı ki, varlık alemi oluşamazdı.

İşte bu bir tutam nur diye tasvir ettiğimiz nurun yani ilmin mahiyetini bilmemiz ise olanaksızdır, çünkü yaratılmamıştır.

Zatın saçtığı kendi nurundan yani kendisinden yansıyan ilminden gene ilminde yani nurunda, ilminden ilmi suret olarak var ettiği nurunu yani ilmini, kendisini seyir etmeyi dileğince kendinden kendine zuhur etti.

Yani hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismiyle kendi zatına baktı. Saçılan kendi nuru da zatı gibi doğmamış, doğrulmamış hem başka mekâna aktarılmamış bir halde kendi nazargâhına sunuldu.

Eğer o bir tutam nurun ışığı alınmasaydı, varlık oluşamazdı. Düşünsenize yüzde yüzlük tüm manalar terkip olup varlık olamaz ki. Yani bir tutam nurun ışığı alınıp terkip oluştura bilecek şekle koymak suretiyle varlıkları seyir alemine koydu.

Zaten nuru sonsuz ışıltı olduğu için, bir tutam alınıp ışığı alındıktan sonra sunulmasaydı halk oluşmazdı. O manalar yani ışıltı ancak kendisinde olur ve yalnız kendi olurdu.  Seyir eden ve seyir edilen oluşmazdı.

Bu saçılan nurdaki sıfat ve kuvveler, bize sıfat ve esmalar ile işaret edilen manalar olarak aktarıldı. Ef’al âlemi olarak bilinen varlık kokusu alan her şey ise, esmalar ile işaret edilen mana terkiplerinin kompozisyon olarak birliktelik oluşturmasından oluştu.

İşte Allah’ın kendini nurunu seyrederken bir tutam nurunun içindeki nurun ışımasını karartıp saçması olayı tüm varlıklardaki miktarı yani sahip olabilecekleri tüm kaderi ilmek ilmek dokudu. İşte bu asla değişmez mutlak kader olarak sunuldu. Yani varlıklardaki sahip olunabilen tüm kapasite bu nurun mahiyeti ile sınırlandı.

Mana terkiplerinin kompozisyon olarak birliktelikteki zaman ve mekan, yani bizim kendimizi içinde bulduğumuz zaman ve mekan ise, terkip kompozisyonların bir birlerine göre oluşturdukları durumlardan başka bir şey değildir. Bu durumun oluşturduğu on sekiz bin âlem ve on sekiz bin âlemden zuhur eden melek, insan, cin ve diğer varlıklardır.

Nasıl ki, güneşin dünyaya gelen ışığı güneşten ayrılmaz ve saçılan ışık ondan kopmayarak güneşle beraber güneş ise, aynen öyle de Allah’ın nuru Allah’tan ayrılmaz olup O kendi zati nuru ile beraber bölünmez parçalanmaz olan mutlak zattır.

işte mutlak zat, o tam ışıltılı nuru tekrar insanın sinesine yerleştirmiştir. Ama insan et kemik bedenin zevkleriyle haşir neşir olduğundan bu nuru unutmuş ve hissedemez olmuştur. Zaten tüm amellerimiz o nuru kendimize yaklaştırmak içindir. Aslında daha doğrusu, tüm amellerimiz o nura yaklaşmamız içindir.

Her şeyin oluşumunu oluşturup ana kaynağı olan doksan dokuz isim ile işaret edilen nur, nuri muhammedidir. Buradaki doksan dokuz isimden kasıt, bu isimlerle işaret edilen ayrı ayrı manalara verilen isimlerdir. Detayları ise sonsuz ve sınırsızdır.

Allah’ın nurundan bir tutam dır tüm âlemlerin aslı. Bu bir tutam nurun sonu veya sınırı olur mu? İşte doksan dokuz isim için Allah’ın nurundan bir tutam diyebiliriz. Tutamın öz cevheri işte budur. İşte bu kısa girişten sonra kader konusunu açmaya devam edelim.

Allah’ın varlığı yarattığı ana cevher, kendi öz manaları olan doksan dokuz öz cevheridir.  Bu doksan dokuz esma öz cevheri her anda her varlıkta tecelli etmektedir. Hangi konuda hangi esma kuvvesinin hangi şeyi tecelli edeceğini veya ettireceğini Allah’u Teâlâ elbette bilicidir. İşte bu mutlak yazılan kaderdir.

Dolayısıyla külli irade, Allah indindeki tüm yazılım, alternatif sonuçları ile mevcuttur. Esma kompozisyon ve terkiplerin sonucu oluşabilecek tüm alternatif sonuçlar, Allah tarafından bilinmektedir.

Allah âdem evladına irade, kuvvet ve kudret vermiştir. Bu irade, kuvvet ve kudretiyle kendisindeki rububiyet alanıyla alakalı olarak rububiyet alanında yapmış olduğu değişim ile kendisindeki o esma kuvvesinin açığa çıkış şeklini değişmeye başlar. Bu değişim sonucu kişinin yaşam alanı da değişir. Ama tüm değişen ortam gene de doksan dokuz esma manaları dâhilinde olur. Asla ve asla bu doksan dokuz öz cevherinin içeriğinden dışarı çıkamaz.

Bu takdirde olandan kul, Allah’ın kişinin kendi terkibinden zuhur eden iradesi oranında esma kuvvelerini kullanarak bir sonraki anını oluşturur. Bu da kişinin kendi yaşam alanı yani dünyası olarak açığa çıkar. Böylece kişi, zuhur ettiği  manalarını içinde bulunduğu an itibari ile kişinin sahip olduğu rububiyet dairesi oranında Allah’ın kulu olarak hayatını sürer.

Yani Allah’ın takdiri, zaman ve mekândan öte sonsuz ve sınırsız ilmi ile oluşmuş esma kuvvelerinin olacak her şeyi ve bunların tüm alternatif sonuçlarını an itibarı ile biliyor olmasıdır. Çünkü varlığını oluşturan öz cevher onundur ve onun içindir.

İşte onun için de insanın kaderi çizilmiş ve kalen kurumuştur. İşte kuruyan kalem, Allah’ın bir tutam nuruna yansıttığı kuvvelerin içerikleriyle alakalıdır.  Ama insan kendisindeki içeriğin oransal bütünlüğüne karışmaksızın kendisine yansıyan doksan dokuz öz cevherin terkipsel oranlarını yükseltip alçaltma yeteneğine haizdir. Onun için de mükelleftir.

Doksan dokuz olarak varlığımıza sunulan, esma boyutundan kendimize yansıttığımız esma kuvvelerinin açığa çıkış şeklinin değişimi sonucu ne olacaksa, bunun tümünü Allah’u Teâlâ biliyordur. Biz yapmış olduğumuz değişimle Allah’ın ilminin bilgisinin dışında bir şey yapmıyoruz ki. Biz neyi değiştirirsek değiştirelim, gene de Allah’ın ilmiyeti dâhilindedir.

Çoğu kişi şöyle düşünüyor; Allah’ı göklerin ötesine bir yere oturtuyorlar. Bizi de buraya oturtuyorlar. Allah bizim hakkımızda bir şeyler yazmıştır. Bu yazdığı da bire bir açığa çıkacaktır. Oysaki olay öyle değildir.

Bir rububiyet alanımız vardır.  Biz, rububiyet alanımızı okumakla, zikirle, tefekkürle, insanlara iyilik etmekle, hayvanlara iyilik etmekle, ağaçlara yeşilliklere ve hatta cansızlara iyi nazar etmekle onlardaki esma kuvvelerini kendimize yansıtarak sahip olduğumuz hüviyet üzerinde değişim yapıp olumlu yönde bireysel kaderimizi değiştiririz.

Veya kötülük yaparak bireysel kaderimizi olumsuz olarak değiştiririz. Bu değişim sonucu oluşan her şey, öz cevherimizdeki esma kuvvelerinin yansıması dışında bir araçla yapmış olmayız. İşte ana cevherimiz olan varlığımızın tek oluşum hammaddesi olan doksan dokuz esma kuvvelerinin haricinde bir şey değildir.

Bu esma kuvveleri de Allah’ın olduğu için, her ne yaparsak yapalım kaderimizi çizen Allahtır. Yani rububiyet dairemizi oluşturan Allah’ın doksan dokuz esma kuvvesidir. Doksan dokuz esma kuvveleri de Allah’ın tasarrufunda olduğu için yazan Allah’tır deriz.

Yaptığımız amellerle esma dairemizi genişletiyoruz. Esma dairemizi genişlettikçe daha çok güzellikler yaşamaya başlıyoruz. Yaşadığımız tüm güzellikler, gene Allah’ın esmasının kuvvelerinin bize yansıması sonucu oluşur. Yani başka bir şey zaten yoktur.

Kulun mana terkip kompozisyonların bir birlerine göre oluşturdukları durumlar içerisinde sahip olduğu manaları kullanarak, Allah’ın ilmi içerisindeki tüm seçenekleri, kendi geleceği açısından hayır veya şer olarak açığa çıkarttığı yaşam şekli, onun kendi oluşturduğu oluşumlardır.

Dolayısıyla irade edip istekle yöneldiğimiz ve oluşumunu gerçekleştirdiğimiz her fiilimizden sorumluyuz.  Yoksa dünyada oluşumuz ve dünya yaşantısı saçma olurdu. Bu da Allah’ın şanına yakışmazdı.

Yorum yapın