DERİN UYANIŞ

Allah ile bir olmak, birleşmek ve Allah’a yaklaşmak gibi tabirler hep duymaktayız. Bunların aslı var mıdır? Ayetlerde bunun için hangi tanımlamalar yapılmıştır? İnsanlar bu tanımlamaları nasıl anlamıştır? Bu konuya az değinelim. Öncellikle bu konudaki bir ayete ve bir hadise göz atalım. Sonra da inşallah konunun izahına geçelim. Ayette rabbimiz şöyle der; “Her kim Allah’a kavuşmayı umarsa (yercû likâa(A)llâhi), Allah’ın süresi gelmektedir. O işitici ve bilicidir.” (Ankebût Suresi 5. Ayet).

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:  “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâlâ Hazretleri şöyle ferman buyurdu:” “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38.)

Bu iki ulvi kelamdan sonra bilelim ki, “Allah ile insanın” literatürde kullanıldığı manasıyla birleşmeleri veya kavuşmaları mevzubahis olamaz. Böyle bir düşünce daha işin başında rotayı yanlış yere diktirir. İnsan mantıken bir birinin devamı olan kavramları mantık oyunlarıyla birleştirip gerçekmiş gibi sunabilir veya öylece doğruymuş gibi kabul edebilir. Oysaki aklın zekâ ile birleşerek insanın başına çektiği çuvalın farkında bile olmaz.

Hakikati hissetmek için öncellikle aklın iman ile buluşması şarttır. Yoksa kısır döngüde kalan akıl patinaj yapıp yerinde sayması mukadderatı olur. Ve bu birleşme veya likasına ulaşma hakikatini asla anlayamaz. Tümüyle aklıyla ürettiği felsefelerin peşine takılır ve öylece yollarda heba olup gider.

Bu hakikatlerin taalluk ettiği esas mekânı anlamak için Kur’anın belirlediği ana yol, iman ve ameli salihe bürünmektir. Öylece edindiği ilimle amel edip, amelden hâsıl olan nurla ötelere irfan ile ulaşmaktır. Sahabelere baktığımızda, onlar insanlığın yıldızı oldular. Bu yıldız olma prensibi, onların her hangi bir okulda akademisyenin dizinde bir şeyler okumasıyla oluşmadı. Onlar sarsmaz bir imanla Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesselam efendimizin yoluna baş koymaları ile gerçekleşti. Bu kısa girişten sonra, Allah ile birleşme, Allah ile buluşma veya Allaha kavuşma gibi tanımlamaları, dile döküldüğü kadarıyla izah edelim.

Konuya YAŞAMINDA DERİNLEŞ-1 kitabımızda izah ettiğimiz şu satırlara kulak verelim; “Şimdi az düşünelim; “HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet”, Allah ismiyle işaret edilen aynada kendindeki sıfatları seyir etti, tabi Allah’ın halifesi olan insanda da seyir etti. Bu seyirle beraber özündeki manalara daldı. Bu manalar doksan dokuz diye özet olarak sunuldu. Mutlak zat; bu doksan dokuz manayı terkipleştirip on sekiz bin âlemi oluşturdu. Öylece ef’al âlemi başladı. Bu seyirlerinde bir sistem oluşturdu. Rastgele bir oluşum yok. Sonra son halka olarak varlık içre varlık olarak insanı var etti. Yani insan, on sekiz bin âlemi ile, doksan dokuz esma manası ile ve sekiz subuti sıfatı ile Allahın halifesi oldu. Ama gene de Allah ismiyle işaret edilen zatın sistemine tabi şekilde.”

Bu olayın hakikatini çok az kişi bilir. Kendisini manevi ilimlere kaptıran insanlığın geneli ise, bunu Allah ile bir bütünleşme olarak sanır. Oysaki alakası yoktur. “HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet” kendi cemalini Allah ismi aynasıyla seyir ettiği gibi, insan ismi aynasında da seyir edebilir. İnsan ayrı bir varlık olarak bu seyri yapar. Allahın vekili olarak değil, Allahın halifesi olarak bunu yapar. Zira insan Allahın zatından değil, Allahın ilmi nurundan var edilmiştir. Allahın ilmi nurundan var edilip kendisine sanal bir benlik verilmek suretiyle varlık giydirilmiştir. Öylece yaptığı her fiilin karşılığına da ulaşacaktır.

Vekilin iradesi kendisine verilen izin kadardır. İznin ötesine geçemez. Ama halife öyle değildir. Halife özgür iradeye kavuşmuş ve dilediğini kendi adına işlemektedir. İşte insan Allaha halife olarak yaptıklarını özgür iradesiyle yapmakta ve yaptığı ameller ise, kendisinin hanesine yazılmaktır. Yoksa insanın dünyada olması saçma ve sınavı da bir tiyatrodan öteye geçmeyecekti. Bu da Allahın şanına yakışmaz.

Allah derken bunu da az izah ederek konuya devam edelim. Allah ismi, “HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet”in kendisine seçtiği ve kendi “havl ve kudretini, ilim ve azametini, celal ve cemalini” bu isimle isimlenerek seyredip kendisini tanımladığı isimdir. Dolaysıyla Allah dediğimizde, mutlak zatın kendisini tanıttığı kadarıyla kendi hüviyetine işaret ederiz. Ama kendisini tanımlamadığına ise, biz herhangi bir isim takamadan, ona “HU” der geçeriz. Arapçada “HU” işaret zamiri olup Türkçe karşılığı “O” demektir. Tanımlanamayana ancak bu zamir ile işaret edilip muhataba orası gösterilir.

Allah ismi ile işaret edilen müsemma tanıtılırken, onun sahip olduğu sıfat ve isimleri de bizlere sunar. Öylece kendisi hakkında malumat verilir. Bu malumat ile de, tüm yarattığı varlıklar arasında seçtiği insanda kendi özelliklerini seyir etmeyi dilemiştir. Bunun için de insana kendi hükmü dâhilinde bir irade vermiş ve bu irade dâhilinde kendisine halife kılmış ve kendi sahip olduğu özelliklerin verdiği güzelliklerle bürünmesini istemiştir. En güzel boyanın kendi boyası olduğunu söylemiş ve insanların da bu boyayla boyalanmasını istemiştir.

Şu ayetlere ve hadisi şerife kulak verelim;  “Allah’ın boyası! Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz O’na kulluk edenleriz.” (Bakara suresi 138) “Biz sizin sadece ve yalnız Allah’ın vechi için doyuruyoruz. Sizden bir karşılık da, bir teşekkür bile istemiyoruz. (İnsan suresi 9) Hz. Cerir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: “Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.” (Buhâri, Tevhid 2, Edeb 27; Müslim, Fedail 66, Tirmizi, Birr 16)

İşte insanda genel bakışı itibariyle nefsi emmare olduğu için, nefsine zulmediyor. Günah işleyerek hakikatinden perdeleniyor. Öylece Allah boyasından uzaklaşıyor. Artık “HU adıyla işaret edilen mutlak hüviyet”,  insandan da ideal manada istediği kuvvelerini seyir edemiyor ve burada insan nefsine zulmediyor. Zira insan, o mutlak seyirden mahrum olduğu nispette karanlıkta kalıyor. Çünkü insandan da “HU adıyla işaret edilen mutlak hüviyet” kendi manalarını seyredince, bunu insan kendisine verilen sanal da olsa şahsi benliği ile seyir ettiği için, insan da bundan zevk alıyordur.  Zira insan Allahın vekili değil, Allahın halifesidir.

Ama insan kendisine Allah’ı vekil tayin ederse, Allah insanın her işini görür. Bu da insanın hilafetini en mükemmel şekilde izhar etmesini sağlar. Yani insan, Allahın halifesi olup kendisini tüm şuuruyla Allaha havale ederek Allah’ı kendisine vekil tayin ederek dünyadaki çalışmalarını sürdürürse, Allahın her zaman yanında olduğu fark edecektir.

İşte insan arındığında, nasıl ki “HU adıyla işaret edilen mutlak hüviyet” Allah ismi aynasında seyir eder, insan ismi aynasından da seyir eder. İşte buna Allah’a kavuşmak denilir. Allah likası olan bu kavuşma, insan ile Allahın birleşmesi değil, Allah ile yapılan seyrin insan ile de yapıldığı anlamına gelir. Bu çok önemli bir konudur. Olayı kavrayamayanlar, insan ile Allahın birleşe bileceğini zan etmektedirler. Bu muhal olup böyle bir itikat, insanı İslam itikadının ötelerine atar.

İşte nefisimizi ölümle eğer temizlersek, hemen seyrimiz başlar. Nefsin ölümü demek, nefsin yok olması anlamında değildir. Nefisin istek ve arzularının boyut değiştirmesi anlamınadır. Yani bedensel isteklerin kalkıp yerine yaratım amacının isteklerinin yer alması anlamınadır.

Eğer ölmeden ölmek denilen bu hususu gerçekleştirmeden dünyadan çıkarsak, yani kirliysek işte o zaman ebedi mahrumiyet başlar. Nefsin ölümü nefsin hak ile dirilmesidir. Peygamberimiz arınmıştı ve daha dünyadayken miraç yaptı. Tüm muhteşemliğiyle Cemalullah’ın seyrine ulaştı. Öylece kabı kavseyne kadar yaklaştı. Allah ile konuşacak kadar paklandı ve yükseldi.

İşte bunu bilmeyenler zannederler ki, kişi gider Allah ile birleşir. Hâşâ öyle bir şey yoktur. Kişi arınınca Allah ile beraber seyre başlar. Buna seyri meallah denmiştir. İşte bu makamda “Hu adıyla işaret edilen mutlak hüviyet” Allah ismiyle isimlenerek kendi manalarını seyrettiği gibi, insanı Allah ismiyle tanımladığı kendisine halife edip, onu da kendi mutlak kulu olarak seçerek, insanla da kendi manalarını seyir etmektedir. Burada asla insan onunla birleşmiyor, aksine insan nefisini yani benliğini tanıyıp rabbini tanımış olur. “HU HU” deriz ya işte “HU” demekteki amacımız, seyri mutlak olarak yapan mutlak zata işaret içindir.

İşte tüm bu seyirleri yapmak için, çok kitap okuyup bilgi yükü altında ezilmekle gerçekleşmez. Bu seyir ancak, tam bir teslimiyetle Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi vesselam efendimize iman edip gösterdiği yolda amel etmekle gerçekleşir. Yoksa bol bol kitap okuyup bu konuda hazırlanan videolar izleyerek mana yoluna heveslenir ve bir yere varamadan günümüzü tüketiriz. Sonra neden olayın hissiyatına eremiyorum deyip psikolojik vaka oluruz.

Evet dostlar; bilelim ki biz hem Allah kuluyuz, hem de Allah halifesiyiz. En büyük özgürlük işte bu kullukta saklıdır. Başka da bir özgürlük düşünen, ancak kula kul olup dünyasında kıvranarak yaşamını mühürler. Varacağı bir yerde olmayacaktır.

Yorum yapın