GİZLİ HAZİNE VE ALLAH’IN SEYRİ

Allah insandan insanla seyir mi ediyor?

Bu işin hakikatını anlayıp, öylece İslamın vermek istediği gerçek mesajı anlamak zorundayız.

Şu soru bir çok çevrede karşımıza çıkıyor. Gerçekten Allah insandan seyir mi yapıyor?

Allah insandan seyir yapıyorsa, ve insanın kendi iradesi yoksa, o zaman insanın suçu ne?

Nedir bu seyir?

Bunun üzerinde az tefekkür ettiğimizde

olayın aslı bize adım adım gözükecektir.

Gizli hazine ile alakalı olan kutsi hadise de bakalım;

 كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى

Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak için mahlukatı yarattım.

İşin değişmez hakikati şudur ki; Allah nurundan bir nokta  nur ile nuri muhammediyi var etti.

Nuri muhammediden de bildiğimiz ve bilemediğimiz tüm varlıkları tanınmak için var etti.

Burada bilmemiz gereken bir nokta vardır. O da Kur’anın direk Âlemlerin Rabbi olan Allahın indinden, yani nuru ala nurdan insanın hüviyetine vahiy ile nüzuludur.

Kutsi hadisin Allahın kendi nurundan olan, yani nurun ala nurundan bir tutam nur olan, yani nuri muhammediden insanlığa, nuri muhammedinin lisanıyla insanlığa olan seslenişidir.

Hadisler ise, Hz. Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizin insanlığa kendi lisanıyla yaptığı hitaplarıdır.

İşte bu hakikatler ile vaziyete baktığımız zaman dinlediğimiz soylemlerin yönü değişiyor.

Zaten mutlak vücut sahibi ve kainatın yegane sahibi Allah olduğu için, her hal şartta insana gelişmesi için gerekli olan ilmi bizzat Allah sunar.

Allah bazen bir insanla diğer insanlara seslenir, bazen bir taşla, bazen melekle, bazen felekle, bazen de tümünün kaynağı olarak var ettiği, ve o ilk yaratımını yaptığı övdüğü nurla seslenişini yapar.

Mülk onundur ve istediği şekilde yaratılış ve şekillendirmesini hem vahyini oluşturur.

Her hitap ve sesleniş, kişi için uygun makam hangisiyse, o makamın hitabıyla, insanın kendisini o konuşulan mahal olarak seyretmesi için kullandığı makamdır.

O zaman şu kutsi hadisteki “Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak için mahlukatı yarattım.” özne kim?

Evet özne zımnen Allahtır, ama konuşulan makam, nurunun tecellisinin olduğu makamdır.

Zaten insan ve tüm yaratılanlar, Allahın zatından değil, onun nurundan kıvam alarak var edilmiştir.

Sonra alınan kıvam üzerinde, Allah esmaları ile kendi boyasının dokumalarını yapmıştır. Öylece mahlukat, kendisine verilen benlikle hazine olan nurun ala nurun büyüklüğünü seyrederek, nurynbala nurun sahibi olan Allahın vechi önünde secdeye kapanır.

İşte tüm maksat, insanın bunu idrak etmesidir.

Her hal ve şartta yaratan sadece Allahtır. Çünkü tüm nur onundur ve nurun oluşturduğu tüm mahlukatta onundur. Yanin senin herşeyin onundur.

Bizde sadece istek belirleme vardır.  Özne Allah ama sende oluşturduğu nuru ile kıvamlandırarak oluşturmaktır.

Bu olay, B ب harfinin içeriğinin işaret kapsamı ile sunulmuştur. Bazısı da tüm bu nurun mahiyetini hissederek, ben B ب nin altındaki noktayım demişlerdir.

Öyleyçsine bir laf lakırdısı değil, yaşam ve hissiyatlarını dillendirmişlerdir.

Yani kişide kişiyi kendisiyle var ettiği nuru, anlık öznedir. Bu nur da Allahın nurundan olduğu için, her hal ve şartta yaratan Allah’tır. İşye tüm olay buraya dayanıyor.

Çünkü hadisi kutsiye baktığımızda, İDİM diye geçiyor ve yaratılışla tanınabilir olmuştur.

Bu hadisi kudside, “ben gizli bir hazine idim. Tanınmak için mahlukatı yarattım.” Özne Allah olamaz.

Bazısı by hadisi kudsideki “İDİM”mi” İDİ”olarak tabir ediyorlar. Oysaki hadiste AÇIKÇA İDİM diyor.

Yaratılışı merak edenler için burası çok önemli bir husustur. Bunun çözülmesi ile de tam olarak olay anlaşılacaktır.

Çünkü zat mutlak gaybtır. Asla bürünülmez ve zat olarak tefekkürü bile asla yapılamaz.

Tamnda burada bir rivayette Hz. Cabir ra rivayet ettiği hadisi hatırlayalım…

– Ey Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz, diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı.”

“Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı.”

“Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.”

“Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.”

“Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -mârifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedur-Resulüllah nurunu) yarattı.” (bk. Aclunî, I/265-266).

İşte özne, peygamberimizin nuru yani Muhammedi nurun ta kendisidir. Ama nurun sahibi Allah olduğu için, yaratıcı Allahtır.

Nasıl ki insan her iş yapıyorsa, işin aslı olarak yaratan Allah ise, işte burada da durum aynıdır.

Gizli hazine bu bir tutam nurdur. Bunun dışında bir şey olamaz. Gizli hazinenin gizlisi olan özne ise, bizzat Allahtır.

Çünkü bu bir tutam nur da Allahın nurundandır zaten.

Tüm kudsi hadislere bakın, özne aynı öznedir ve bu nur da, Allahın nurundan geldiği için, elbette yaratan ve yarattığının sahibi sadece Allahtır.

İşte bu bir tutam nuru çözemeyen, herşeyin kendi kendine olduğunu söyler. Evet, işte orda ب sırrı ve اللٰه isminin üstündeki ufak elif gibi tasarruf elbette Allahtır.

Bu konuyu YAŞAMINDA DERİNLEŞ 1 kitabımızda genişçe işlemiştik.

İşte buradaki yaratım Rububiyet alanı ile oluyor. Gizli hazine, o bir tutam nurdur ve sonra olanlar oluyor. Tabi Allahın oluşturmasıyla oluyor.

İşte kudsi hadislerin kelimesi peygamberimizin

Lafzı Allahın, mertebesi ise nuri muhammedinin betimlendirilmesi suretiyle görselleştirilmesidir.

Her sözün bir mertebesi olur. Hadisi Şerifler dahi, Allah vahyiyle/ilhamıyla peygamberimizin söylemleridir Çünkü o hevasından konuşmaz.

İşte hadisi Şeriflerin mertebesi, peygamberimizin sav lisanıdır. Ama Allah vahyidir. Çünkü hevasından konuşmaz.

Evet burada bir betimleme vardır. Gizli hazine konuşturuluyor. Betimleme veya tasvir, kelimelerle resim çizme sanatıdır. Betimlemede amaç, anlatılan varlık ya da nesneyi okuyucunun hayalinde canlandırabilmesini sağlamaktır. Betimleme yapılırken anlatılan varlık ya da nesnenin tüm özellikleri ayrıntılı bir biçimde okuyucuya aktarılır.

Gizli hazine, o bir tutam nurdur. Eğer gizli hazine Allah olursa, o zaman hulul olur.  Bu da muhaldır

Esma ül HÜSNA ile tanıtılan ise, mutlak  nurun özellikleridir. Allahın mutlak zatı denildiğinde, zaten tüm sıfat ve isimler düşer HU der mutlak zata işaret ve sessiz sözsüz kalıp gider.

Aslında Allah demiş ki…

Hazine kendinsin ve BEN hazineden ve bu gibi kavramlardan münezzehim demiş…

Kainatın rubûbiyet alanı yani rabbi hassı, Nuri Muhammedidir. Çünkü algılayabildiğimiz ve algılayamadığımız her şey bu alan içinde olup bitiyor.! Ötesi zaten mutlak gayba giriyorki bu da  yanlız mutlak zatın ilmindedir. Olayın bize bakan tarafı ise, önce kendi alanımızdaki hazineyi keşfedip ( enfüstekini) sonrada bu keşiften sonra afaktaki seyri oluşturup gizli hazineyi seyredip bilmektir.

İşte nuri muhammedi olarak isimlendirilen bu bir tutam nur da Allahın nurundandır.

Olay şu…

Aslında Allah insandan seyir etmiyor, Allah insanı ve insanın seyrini yaratıyor.

Allah insanı ve insanın seyrini yaratandır.

Evet evet insanı ve insanın seyrini yaratan Allahtır. İşte insan ve insanın seyrini yaratan Allah, nasıl olur da insandan seyir eder? Hem neyi seyir eder?

Allah için böyle bir seyir düşünmek bile, kişiyi hakikatten uzaklaştırır.

Burada şu hadsi kudsiyi de hatırlayalım…

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:  “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu:”

“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri  eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38.)

İşte biriyle bilinecek, işte o biri aslında herbir yaratılandır. Her bir yaratılan, kendi rububiyet alanı kadar Allah ilmini seyir eder.

insan ise, nuri muhammedideki tüm bakışı kapsayacak şekilde bir nazara sahiptir, çünkü kendisine tüm isimler talim edilmiştir.

İşte seyir eden insandır. Allahın bilinmek isteğini ise, mahlukat ortaya çıkarıyor. Ve insan bu bilinmeyi zirveye taşıyor.

Allah ise, tüm mahlukatı ve mahlukatın seyrini var etmiştir. İşte insan, olayı seyir ederken, Allah BENLİĞİNİ korumasını emretmiştir. Çünkü seyrini benliği ile yapmaktadır.

Eğer ki sen insanı, bir takım telkinler ile hipnoz ederek BENLİĞİNİ yok edersen, bu gizli kim seyir edecek.

İşte burada Allahın emanetine ihanet etmiş olur. Zira Allahın insanda emaneti, BENLİĞİ NİN TA KENDİSİDİR.

İnsan benliğini ortadan kardırdığında, meczuplaşır. Ve o hale gelmek için yaptığı tüm işlevler de, Allahın yasakladığı haletlerdir.

Bunu dünyanın dört bir yanındaki insanların sivri zekalıları bilir. İnsanlara bir takım kelimeler telkin ederek onun benliğini örtecek şekilde kendisini hipnoz ederler.

Öylece bir çok olağan üstü halete bürünebilir. Meczupluktaki haller de bunlardandır. Bu olağan üstü hasletler, kendisinin büyüklüğünün alameti değildir.

Çünkü insanın içsel dünyasında iki katman mevcuttur. Benliğini ortadan kaldırıp, bu katmanlara indiğinde, artık bedenin ağırlığı onda yoktur. Öylece ruhu hafifler ve bedenini ardından sürükler.

İşte tüm bunlar benliği ortadan kaldırmakla olan haletlerdir. Ama İslamda benliğin korunması emredilmiştir. Bunun için de bizim için en büyük örnek Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizdir.

Hiçbir zaman benliğini ortadan kaldıracak bu yollara tevessül etmedi. Ayrıca yasakladı.

Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizin miraca gidiş olayına bakın

Allah dileseydi, onu vasıtasız götürürdü. Ama benliğini koruyarak onu yükseltti.

Ona araçlar gönderdi. Mekkeden Kudsa BURAK GELDİ. Semaları refrefle gezdi. Allahın huzuruna ise, KABI KAVSEYNE kadar ise miraçla yaklaştı.

Onu seyretti. Bakın onu seyretti. Kabı kavseyn

yani BENLİĞİNİ silme yoktur. Benliğini kaldırma yoktur.

Seyreden ise Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizdir.

işte bu halde oluşan olağan üstü haller PEYGAMBERLERDE MUCİZE, VELİLERDE İSE KERAMETTİR.

AMA benliğini bir takım hipnoz seansları ile bloke edip bir takım olağan üstü haletlere bürünmede ise, iman etmek gerektşrmez. Budistlere bakın,, Kabalaya bakın, bir takım çalışmalarla benliklerini zihnen bloke ederler. Bir çok olağan üstü haletler zuhur ederler. İşte bunlara da İSTİDRAÇ denilir.

Bu hallerin ariflerin indinde hiçbir değeri yoktur

bu konu NECM SURESİNDE İŞLENMİŞTİR.

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ١مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ٢وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ٣اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ٤عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ٥ذُومِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ٦وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ٧ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ٨فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ٩فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ١٠مَا كَذَبَ الْفُؤٰ۬ادُ مَا رَاٰى١١اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى١٢وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ١٣عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى١٤عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ١٥اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ١٦مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى١٧لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى١٨

BURAYA KADAR Kİ KISMI bu olayı anlatır

“İnmekte olan necme (yıldıza, Kur’an’ın inen miktarına) yemin ederim ki,

arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da!

Hevadan (arzusuna göre) söylemiyor.

O (Kur’an) sadece vahyolunan bir vahiydir.

Ona, kuvvetleri çok güçlü olan öğretti.

Bir kuvvet sahibi; hemen duruklandı (doğruldu).

O en yüksek ufukta idi.

Sonra yaklaştı ve sarktı.

Aradaki mesafe iki yay boyu oldu, hatta daha yakın;

kuluna verdiği vahyi verdi.

Gözün gördüğüne kalp yalan demedi.

Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz?

Andolsun ki, o onu bir kez daha inişinde gördü;

Sidretu’l-Munteha’nın yanında.

ki, Cennetu’l-Me’va onun yanındadır.

O zaman ki, o Sidre’yi bürüyen bürüyordu.

Göz ne şaştı, ne (de sınırı) aştı.

Andolsun ki, Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü.”

İşte ayetlere bakın, en deruni anlamı kapsayan ayetlerin başında bu ayetler geliyor ve gören yani seyir eden Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizdir.

Allah, Bب işaret kapsamınca bilinmek istedi varlığı yarattı. İşte varlık da onu bildi. En iyi bilmeyi de insan yaptı.

Benliğin esasları ise, sahibi olarak Allahı bilecek, yani bencillik etmeyecek ve sahiplenmiyecektir.

Buradaki benlik derken aslında mesele kilik bilincidir ve kendisinin farkındalığını oluşturduğu noktadır. Sonra da kişinin egoyla benliğinin sınavı başlar.

İnsan için benliğini ortadan kardırması ise, ruhbanlık olarak tarif edilmiştir. Şu ayete kulak verelim.

“Sonra onların peşinden ve izleri  üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca yollayıverdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; Ona İncil’i verdik ve Ona tâbi olanların kalplerinde şefkat ve merhamet duyguları yerleştirdik. Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık. Ancak güya Allah’ın rızasını aramak için kendileri uydurup türetmişlerdi, ama buna da gerektiği gibi riayet etmemişlerdi. Bununla birlikte onlardan iman edenlere  ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olan kimselerdi.” HADİD 27

AYETİN SONU ÇOK ÖNEMLİDİR.

Ruhbanlık edip benliğini ortadan kaldıranlar, eğer imanlı iseler, ecirlerini gene de alacaklar

ama o işe soyunanların çoğu fasık oluyor ibaresidir.

Hem de bu işe soyunanlar da, bu işin hakknı da tam verememişlerdir.

Çünkü benliğini kaldırdığı için, artık ameli gereksiz görmüş ve helal haram çizgisine riayeti terk etmiştir. Dolayısıyla fasık olup yoldan çıkmıştır.

Malesef bu ruhbanlık işi çok riskli bir iştir. Yani anlaşılan BAZISI BURDA BÜYÜK BİR HATA EDER.

Dinde ruhbanlık yok derken, sanki ruhbanlık yoktur derken alimler yoktur manasına alıyorlar. Hayır, islamda alimler vardır ve alimler de ruhban değildir.

Ruhbanlık, yani benliğini ortadan kaldırma olayını yapanlar ve bunu insanlara ilka edenlerdir.

Bu da işte Allahın insan için istemediği bir husustur. Ama her nedense bu olay insana çok tatlı geliyor ve bir çok insan da bu yola tevessül ediyor.

Oysa ki allahın 99 ismi vardır ki, bunları ihsa eden cennete gider.

Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimiz Kur’an vahyini kendi enfusundan almadı.

Ona afakından kendisine gelen ve görünen bir melek vasıtasıyla  ögretildi.

Miracıda burakla ve diğer vasıtalarla gitti, tayyı mekanla gitmedi.

Eğer tayyi mekanla gitseydi hicrette mekkeden medineye bir anda giderdi.

İslamın temel esaslarına  batını manalar vermek ve islamın şeriatını arka plana atmak, şeytani bir oyundan öte değildir.

Az tefekkür edelim ki, batın bir alemde yaşamıyoruz. Zahirde yaşıyoruz ve susayınca su içiyoruz, acıkınca yemek yıyoruz.

Aynı zamanda da ruhi bir çok haz hissediyoruz. Yani öadde ve mana içiçedir.

BATİNİ MEZHEBİ vardır. Herşeye bir batini mana verir. İslamı yaşamdan soyutlar. İşte bu çok büyük bir gaflet ve dalalettir.

Eğer her şey batını olsaydı, neden Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimiz, bilfiil amellerde daim oldu.

İşte tüm bu hususları iyice tefekkür edelim ve şeytanın oyununa gelmeyelim.

Yorum yapın