UYANIŞ İÇİN RABBİMİZİ TANIYARAK AMEL İŞLEYELİM

Yaptığımız ameller için, “rabbim kabul etsin” diyoruz. Veya birine yaptığı amelleri için “Allah kabul etsin” diyoruz. Bunun mantığı şudur; Allah rabbimizdir. Bizi var eden sonsuz güç sahibidir. Fiillerimizi de yaratan odur. Ama fiillerimizi isteğimize göre yaratandır. Biz isteriz, o da isteğimize göre yaratır.

Eğer ki biz, yönelip bir amel işlersek, bunu içimizden geldiği için yaparız. Yoksa kimsenin zoruyla yapmış değiliz. Çünkü zorla yaptırılan amelden ne zevk alırız ne de mutlu oluruz. Bir dayatma gibi olacağı için de, bizim için işkence gibi olur. Dolayısıyla yaptığımız her amel, tadını alsak veya almazsak da fark etmeksizin kabuldür. Çünkü özgür irademizle yapmışız. Buradaki sorun, yaptığımız amelin tadını alıp veya almamamızdır. Yapılan ibadetin tadını almak ise, tümüyle zikir okunmasına bağlıdır.

Şuna benzer, çok acıkmışız ama on dakika vaktimiz var, örneğin uçak kalkacak ama bin bir türlü yemek hazır. Hızlıca yeriz ama o yemekten hiç tat almayız. Hatta tadını bile düşünmeyiz. Azıcık karnımızı doyurur ve uçağa atlarız.Buna karşın aynı sofra kurulu, dost ve ahbaplarla oturmuşuz, vakit sınırı yok, muhabbet ede ede yeriz. Şimdi iki durumda da karın doyar, ama muhabbetle yediğimizden aldığımız haz bambaşka olur. Hem yediğimiz yemek kabul oldu mu? Diye de bir şüpheye girmez, hem kimseye de bir şey demeyiz, dersek gülünç duruma düşeriz. Buna karşın, yemeğini yiyene “afiyet olsun” deriz ve doyduğumuza hamd edip elhamdülillah deriz.

Amel ve ibadet için de durum aynıdır. Allah amelinizi rızasına ulaştırsın, Allah ibadetin tadını nasip etsin, Allah işlediğin amelin sırrına erdirsin gibi tabirler kullanılabilir. Allah kabul etsin dediğim-izdeki amaç ise, Allah ibadetinle seni huzuruna kabul etsin, diye düşüne biliriz. Hazine bizde gizli işte, herkeste aynı şekilde gizli,  Allah kimseye zulmetmez, biz nefsimizdeki hakikati açığa çıkarmayarak nefsimize zulüm ederiz.

Yaptığımız çalışmanın karşılığını Allah eksiksiz olarak veriyordur. Yapmayana da bir şey yoktur. Herkese onun diliyle konuşabiliriz. Allah kabul etsin dediğimizde, yani Allah kendisini hissettirecek idrak ile amel işlemeni nasip etsin demekteyiz. Biz de o niyet ile “Allah kabul etsin” cümlesini kullanırız. Kullanmakta sorun yok. Ama biraz bilinçli diyelim ki muhabbetin hazzını hissedelim. Öylece Allah sevgisine kavuşalım.

Sevgi ne? Önce onu bilmeliyiz. Sevgi, kalbin sırf ve som yani karşılıksız sevmesidir. Daha insanların ekseriyetinin kalbine sevgi girmemiştir. Nasıl severiz? Menfaatimiz için. Kardeş kardeşi menfaati için sever. Koca karıyı menfaati için sever. Karı kocayı menfaati için sever. Anne ve baba çocuğunu genelde menfaati için sever. Menfaat bitince yani bir süt sağamadığında ise, düşmanı kesilir.

Sevgi tek taraflı olur. Sırf olur. Karşıdaki ne derse desin, o sırf Allah için sever. Diğer sevgi ise, sevgi değil ticarettir. Hatta faiz ister. Ben bu kadar sevdim, sen de daha çok sev der. Ama tek kelimede mahkemede olurlar. Ne sevgisi ne hali…

İşte Allah der ki, o sevgin bana olsun. İşte bu sırf Allah sevgisi ile kişi artık herkese Allah için muhabbet besler. Herkesi o sevgiyle tanıştırmak ister. Sırf ve som sevginin tadı bambaşka olur. Ancak tadan bilir. Gerisi kendi gibi bilir. Allah’ı tanıdığımız kadar severiz. Sevdiğimiz kadar tanırız. Allah’ın kullarını da Allah’ı tanıdığımız kadar sever ve onlarla bütünleşiriz.

Biz kuluz, Allah ise rab. Allah’ı ancak sıfatları ile tanırız. Allah’ın sıfatları zati ve subuti olmak üzere ikiye ayrılır.  Zati sıfatlar ona ait olup hiç bir yaratılmışa verilmez. Şimdi düşünelim; o sıfatlar vücut, kıdem, beka, vahdaniyet, kıyam binefsihi ve muhalefetün lil havadis.

Hiç düşündük mü bunlar ne demektir? Bu sıfatlar sırf Allah’a aittir. Tek tek açalım ve kendimizi sorgulayalım. Birinci sıfat vücuttur. Eğer ki vücud sırf ona ait ise, bu sıfat bize verilemeyecek ise, o zaman bizim vücudumuz nedir? Bir vücudumuz var, iyi ve kötü ben diyoruz. Bana verin şunu, bu benim malım, şu senin, bu benim hakkım, şu şunun hakkı diye söyleriz. Yani ortada bir vücudumuz var. Bir benliğimiz var. Bir varlığımız var. Peki, o zaman bu vücud neyin nesi? Sorular… Biraz beyin fırtınası oluşsun.

İkinci sıfat, kıdemdir. Yani Ezel, dikkat edin bu sıfat ona ait diyoruz. Asla bir mahlûka verilemez diyoruz. Evet, kıdem yani istediğiniz kadar geriye gidin hep Allah vardır ve başlangıcı yoktur. Üçüncü sıfat bekadır. İleriye doğru istediğiniz kadar gidin, hep Allah var olacaktır. Dördüncü sıfat vahdaniyettir. Bu da çok sır bir sıfattır. Vahdaniyet yani bir ve tektir. Peki, bir ve tek ise, O yanı sıra ikinci bir vücud sahibi yoksa hem cüzlere parçalara ayrılma onun için yoksa ayrıca onun içi ve dışı da yoksa hem o doğmamış ve doğurmamış ise, o zaman şöyle bir soru gelir; İnsan, cin, melek, hayvan dünya, güneş, yıldızlar ve tüm kâinat nerde var oldu ve nasıl var oldu? Gene de sorular… beyin fırtınasına devam…

Diğer sıfat kıyam bi nefsihi, yani var olması kendi kendinedir. Diğer yaratılan bir şeye benzemez. Yani onu istediğin kadar hayal et, hayal ettiğin o değildir. Çünkü tüm hayal ettiğin sadece yaratılan şeylerdir. O ise yaratılmamıştır. Şimdi bunları az düşünelim ki tefekkürümüzde olayı anlamak için bir yol açılsın.

Bir de Allahın subuti sıfatları vardır. Asıl bizi ilgilendiren bu sıfatlardır. Hayat, ilim, irade, kudret, kelam, semi, basar. Yedi tane sıfat. Bir de tekvin vardır ki, bunların zuhuriyetini peyda eder. Bizim zatımızı işte bu sıfatlar oluşturur. Bunlar ise, doksan dokuz esma dediğimiz, mana etkileşimini oluşturur.

Bu sıfatlar için demişlerdir ki, ne Allah’ın aynıdır,  ne de Allah’ın gayrıdır. Ne demektir bu? Bu sıfatlar için ne “ayn”dır, ne de “gayr”dır. Şöyle bir örnek vereyim; diyelim ki A şahısın Marangozluk, demircilik, kalıpçılık, duvarcılık, ressamlık, yazarlık, dişçilik, aşçılık, elektrikçilik gibi birçok özellik ve sanatı vardır. Burada bir kaç vasıf sıraladık. B şahıs ise, A şahsın sadece ressamlık ve yazarlık vasfından istifade etmiş ve o da o iki sıfata bürünmüştür. Peki, burada B şahıs dese ki, A şahıs sadece ressam ve yazardır. A şahsın diğer sıfatlarını yok sayarsa, A şahsın hakkını gasbetmez mi?

Şöyle derse; bende A şahsın iki vasfı var, diğer vasıfları yok, dolayısıyla bu iki vasfın haricindeki vasıfları bilmem. Lakin bilirim ki, A şahsın bendeki bu iki vasfın dışında da birçok vasfı vardır. İşte bu olayı gerçek olay için düşünelim; bizde yedi sıfat vardır. Bu sıfatlar Allah’ın sıfatlarıdır. Ama Allah’ı bu yedi sıfatla sınırlayamam. Bende bu sıfatlar olduğu için bu sıfatların onun sıfatları olduğunu bilirim.  Çünkü ben onunla ayaktayım. Onda olup ama bilmediğim onun sayısız vasıfları da vardır. işte olay budur.  Onun için subuti sıfatlar için denmiştir ki; ne “ayn”dır, yani Allah sadece bu sıfatlardan müteşekkil değildir. Ama ne de “gayr”dir, yani bu sıfatlar da onun sıfatlarıdır. Ama bende bu sıfatlardan kokular vardır. Bilmem az anlatabildim mi?

Yani bizde sadece yedi sıfat vardır. Bu sıfatlar da bizde, kısıtlı olarak mevcuttur. Onda hem bu yedi sıfat vardır ve sonsuz olarak mevcuttur, hem de onun başka sıfatları da vardır. Ama diğer sıfatlar bizde olmadığı için, ne olduğunu bilemeyiz. Bu sıfatların her biri bir grup esma ile açılır. İnsanlarda açığa çıkar. Esmaların açığa çıkış kuvveleri ise, kişide yapılan zikir, fikir ve şükür kadar baskın olur.

Hayat aynen devam ediyor. Ta derunlara doğru iç dünyamız şekilleniyor. Bu şekillenmede en baş etken de zikirdir. Esma zikirleri insanı müthiş sıçratır. Ama esma zikirlerinden önce ruhaniyeti güçlendirici duaları okumamız gerekir. Ayranı koyarsınız yayığa, yağını çıkarırsınız. Aynen öyle de tüm ibadetlerin özü Allah’a rücu etmektir. Allah sevgisiyle dolmaktır.

Dua ve zikir, her şeyden sıyrılıp durumunu Allah’a arz etmektir. Tüm ibadetlerin özü de her şeyini Allah’a arz etmektir. İbatelerimizi Allaha arz ederken iki günü eşit tutmayalım. Çünkü iki günü eşit olan zarardadır. Bu olay da şöyledir; diyelim bu gün çalıştınız,  100 TL kazandınız. Yarın çalışmazsanız, yarın da 100 TL cebinizde olacak ve bundan yarının ihtiyacını da giderirsiniz. Dolayısıyla 100 TL eksilecektir. İşte ibadetler de öyledir. Onun için yaptığımız ameller az da olsa daimi olsun. Ama olayı yanlış anlayıp her gün biraz eklerseniz, bir süre sonra 24 saat yetmez olur.

Allah’ı sevmek için zikir çok önemlidir. Nisa süresi 103 ayette der ki; Ayakta iken, otururken, uzanırken hep zikredin. Zikir sizi tatmine ulaştıracaktır. Tatmine ulaşınca namazı ikame edin. İşte insan ruhu kalp ve beyin ile iletişimde olarak ruhi tekâmül eder. Kalp ve beyin adeta bir makine gibi ruhu besler. Ruh beslenen kalp ve beyinle özünden manaları kendisine çeker getirir. İnsan kalbi ve beyni çok büyük kapasiteye sahiptir. Kalp arşın üzerine uzanırken beyin nefsin üzerindedir. Bize emanet olarak verilen bu nimetleri, göğsümüze gelen vesveselere maruz kalıp aldanarak çok az kısmını kullanıyoruz. Öylece birçok güzellikten mahrum kalıyoruz.

Okuduğumuz zikirler ile kalbin dokunulmayan mecraları ve beynin kullanılmayan kısımları canlanır. Okuduğumuz zikrin yapısına göre Allah’ın bizde olmasını istediği kuvveler bizim fiili-yatımıza yansır. Öylece söylenen şekli almaya başlarız. Gelişmek ve Allah muhabbetiyle dolmak için zikir şarttır. Yoksa tüm okuduklarımız bilgide kalır ve sırtımıza yük olarak biner. Biliriz ama hissedemeyiz. Zikirsiz kesinlikle hissiyat asla oluşmaz. Öylece mahrumlar-dan oluruz.

İnşallah zikirleri okumada sebat ederek, kendi hakikatimizi okuyarak Allah’ın kitabını bilfiil okumaya geçeriz. Kendisini okumadan Allah’ın kitabını okuyayım diyenler ise, çoğu defa yanılır. Çünkü Kur’an/okunan demektir. Rahman süresinin ilk beş ayeti bu olayı anlatır. Kur’anın ne olduğunu anlamamız için, Rahman süresinin ilk ayetlerini iyice anlamamız gerekir. Kur’andaki ayetlerin dizilişleri bize mesaj verir. Rahman Kur’anı öğretti. İnsanı yarattı. İnsana beyan etmeyi öğretti. Acaba ama ne olabilir bu dizilişte? Rahman dediğimizde, sıfat ve altı anlaşılır. Rahim ise esma ve altını ihtiva eder. Onun için de, hiçbir insana Rahman ismi verilemez. Ama rahim ismi verilebilir.

Şimdi az açalım; Rahman yani sıfat âleminden varlığı projekte eden Allah, tüm varlıktan okunan yani her varlığın tabi olduğu bir düzen var etti. Her varlıktan kendi yapısına göre o düzenin ilgili bölümü açığa çıktı. Yani her varlık kendi yapısına göre Allah’ın düzeniyle yüz yüze kaldı. Sonra da insanı yarattı. İnsan da bu düzen içinde ve bu düzene tabi bir halde var edildi. insan da kendi var oluş fıtratına göre yaşamalı ki, huzurlu bir yaşam alanı elde etsin.

İşte Kur’an okumaktan kasıt, özünün mahiyetini kavramaktır. Daha kendisi anılır bir şey olmadan ve varlık kokusu dahi almadan önce, yani kendisi yaratılmadan önce yaratılan düzenle senkronize olup kendi hakıkati olan öz fıtratıyla uyum halinde olsun.  işte esas gaye hakikatiyle hemhal olmaktır. Öylece rabbine rücu etmektir. Kur’an elfazlarını tilavet ile her zaman elbette sevap kazanırız. Ama içeriğine iner-ekte hakikatimize doğru adım adım yaklaşırız.

İşte Allah deriz. Allah sevgisi veya muhabbeti deriz. Ama öylesine deriz. Bu kelimeler neye işaret eder, hiç düşünmeyiz. O ekberdir. En büyüktür. Bu büyüklük bizim bildiğimiz nisbi büyüklük olamaz. Çünkü nispi büyüklük bir birine göredir. Allah birine göre büyük olamaz. Çünkü İhlâs süresine baktığımızda, Allahın bir-tek olduğu bildiriliyor. Bir-tek olanın yanında ikinci olamaz ki ona göre nispet edilsin. O zaman ne? Bu büyüklük nasıl büyüklük? Esas sorun bunu anlamamakta. Bunu anlamadığımız için de bakıyoruz dünyaya. Sonra bakıyoruz kendimize. Haa diyoruz, dünya benden büyük, güneş dünyadan büyük. Eee gökyüzüne bakıyoruz, tüm yıldızları içine almış, dolayısıyla daha büyük.

O zaman daha büyük, tüm göklerin ötesinde ve daha daha büyük bir yapı diye düşünürüz. Sonra şöyle sanırız, tamam da o madem o kadar büyük, o zaman rahmeti de çok büyük, büyük büyük büyük kocaman büyük… Eee ben ne edersem edeyim, nasıl olsa ihtiyacı yok hiçbir şeyime. O zaman madem rahmeti çok büyük, gazabı az, ben gibi gariban bir kuldan ne isteyecek? Niye yaksın ki? Nasıl olsa affeder…

Sonra başlar takıntılar. O kadar kocaman bir Allah nasıl olurda beni muhatap alır? Bu defa sorular doğar. Bazısı o kadar büyük olarak düşündüğü tanrısına Allah adını takar. Bazısı deist olur, der ki gökleri o idare etsin, ben yeri idare ederim. Bazısı olayı çözemediği için ateist olur. Der ki her şey kendi kendine bir silsile ile var olur her şey. Bazısı ise her içinde güç gördüğüne ayrı bir ilahlık/tanrılık verir. Ne bileyim bir sürü hikâye sürüp gider.

Peki, olayın aslı ne? Ne bu olay? Allah ne ister biz gariban insanlardan? Niye bizi var etti? Bizi attı bu dünyaya? Sonra güçlü ezer güçsüzü. Bir deprem yıkar tüm hayalleri. Bir rüzgâr yok eder tüm semereyi. Bir hastalık yıkar tüm bedeni. Ne istiyor bizden? Ne istiyor ne? Diye hayallere dalarız.

Yazayım belki tam anlaşılmaz, ama üzerinde az düşünelim. Verilmek istenilen anlam inşallah açılır… Şimdi “HU ADIYLA İŞARET EDİLEN ZAT”  Huu huu deriz ya, işte HU işaret zamiridir. Türkçe de O deriz. Bu işaret zamiriyle bir şeye işaret ederiz. Allahın mutlak zatını asla tanımlayamayacağımız için, ona işaretle ancak HU deriz. Hu derken “mutlak zat”a işaret ederiz.

İşte mutlak zat gizli hazine idi. Bir ve tek olduğu için onun dışında veya içinde ikinci bir vücut sahibi olmadığı için, tüm her şeyi ilminde idi. İlim onun en büyük sıfatıdır. İlmi şöyle tabir edebiliriz; düşünürüz bir şeyler, düşüncemiz ilmimiz kadar olur. İlmimiz öğrendiklerimiz kadar. Öğrendiğimizin dışında bir şey düşünemeyiz. Şimdi, Allah’ın ilmi sonsuz, o zaman onun düşüncesi de sonsuz. Peki, siz düşüncenizde bir manzara düşünseniz, ne yaparsınız? Alırsınız malzemeleri ve tabloyu çizersiniz. Peki, tabloyu çizdiniz, hep siz bakarsanız. Bu güzel tabloyu birine göstermek istemez misiniz? Hemen resmini çeker arkadaşınızla paylaşırsınız. Veya Facebooktan paylaşırsınız, arkadaşlarınız da beğendiğinde hoşunuza gider.

Şimdi, Allah gizli hazinesinden bir nefes yani sonsuz ilminden bir “an”ı tabloya dökmek istedi. Tüm varlığı ilminde ilminden var etti ve kendi seyir etti. Sonra istedi ki biri seyir etsin. Nasıl olacak bu iş? Onun içinde veya dışında başka biri yok ki seyir etsin. O rabbimiz sonsuz güç sahibi, çözüm olarak sanal benlikler var ediyor. Gerçekte mutlak vücudu yok ama kendisine yüklediği kuvvelerle sanki bir varlıkmış gibi kendisini bildi. Buna da insan dendi. İnsan Allah adıyla işaret ettiğimiz zata ayna oldu. Halife oldu ama “O” olmadı. Olayı bilmeyen bazıları, insana hâşâ Allah veya rahman derler. Veya ondan parça derler, hayır insan ona ayna veya onun halifesidir. Onun adıyla fiiller işleyip, onun adına onun yaratmış olduğu âlemleri seyir eder.

Şimdi, insan dediğimizde sadece bu dokunduğumuz ve gördüğümüz et kemik beden anlaşılmasın. İnsan dediğimiz şey bu et kemik bedende var olan insanı kâmile ayna olan şuurdur. Ben dediğimiz hayali bir merkezdir. İşte şuurumuz et kemik bedende gözünü açtığı için, kendisini et kemik beden sanmış ve et kemik bedenin istekleri peşinde ömür çürütmüştür. Böyle olanlara Kuran da Allah der ki; davarlar gibidirler, hatta davardan aşağıdırlar.

Olayı anlamak için olayı biraz daha açalım. Bizde var olan bilinç gözünü et kemik bedende açtığı için, bu bedenin zevkiyle zevklenir. Bu bedenin içinde yaşadığı toplumun rengiyle renklenir oldu. Toplumların geneli et kemik bedenin hassalarıyla yaşadığı için, toplumun genel rengi nefsi Emmareye göre renklenir. Birde bunun için kolektif akıl devrede olur. Çeşit yemekler, çeşit çeşit tatlılar, çeşit çeşit giyecekler, modalar, tantanalar derken tümüyle beş duyuyla boyanmış bir halk topluluğu oluşur. Bu boyanmışlığın ötesini sunanlar ise, toplum tarafından hep dışlanmışlardır. Ya deli demişlerdir, ya cinlenmiş demişlerdir veya sihirbaz demişlerdir.

Toplumun kolektif aklı bedensel olduğu için öze doğru yolcuğu çok az kişi başarmıştır. İşte toplumu uyarmak için Allah’ın gönderdiği tüm peygamberler illa direnç ile karşılaşmışlardır. Birçoğu şehit edilmiştir. İşkence edilen olmuş hatta hatta Hz. Zekeriya aleyhi s selam, zalimlerden saklanmak için ağaç kavuğuna girer, zalimler onu testere ile keserler, ay bile demez. Bazı peygamberlere tek kişi bile inanmamıştır. İnsanlar içinde oldukları anlık zevkleri esas zevkleri sanarak, esas zevk olan özüne yolculuğu elinin tersiyle itmiştir.

Her bir peygamber demiştir ki; bende sizin gibi bir kulum. İşte her birimiz aynı potansiyelle geldik dünyaya. Bu potansiyeli açığa çıkardığımız kadar öze yaklaşırız. İnsanı geliştiren ve ilk günkü safiyetine ulaştıracak en büyük çalışma zikirdir. Zikir insanın ruhunu galeyana getirir. Tefekkür doğmaya başlar. Tefekkür ile beraber şükür etme kuvvesi doğar. Ve mutluluklar kişiye doğru akmaya başlar. İşte tüm bu anlatımlarımız, nefsimizi tanıyıp rabbimizle ünsiyet elde etmek içindir. Rabbimizle ünsiyet elde ettiğimiz kadar da, rabbimiz ve rabbul âlemin olan Allah muhabbeti ile dolarız.

Yorum yapın