NEFSİ LEVVAME

LA İLAHE İLLELLAH ZİKRİNİ OKUMAK YETERLİ MİDİR?

Yüce Allah Hz. Âdem aleyhisselamı yarattığında Hz. Âdem aleyhisselam başını semaya çevirdi. Semada la ilahe illallah muhammeden rasulullah yazısını gördü. Demek ki biz insanlar, Hz. Âdem aleyhisselamın nesli olarak gözümüzü yaşama ilk açtığımızda bize öğretilen yaşam sırrı yani hakikati ve bizim bilincimize derk edilen ilk hak kelamı da la ilahe illallah muhammeden rasulullah hakikatidir.

“İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım.” Kudsî Hadis-i şerif’i ile şu ayeti kerime “Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22) gereğince insanın hakikatinde la ilahe illallah sırrı gizlenmiştir. Bu sırrı ifşa eden yani dirilten, hakka vasıl olur. Haksızlıktan uzak ve sadık bir kul olur.

O yüzden bu zikir insanlık şuurunda ilk sıraya yerleştirilmiştir. Bu sırrın insan dokundurduğu bir husus insan için mevzubahis olacaktır. Bu sırrın insanın kalbine attığı en büyük soru “bu dünyaya niçin geldik?” sorusudur. Sonra yaratanımız bizden ne istiyor? Diyerek hayretini dışa yansıtır. Özüne bakınca ise bir kuvvenin yer aldığı görür. Bu kuvvelere verilen isimlerin insan üzerindeki hükmünü araştırıp kendisinde bunları keşfetmenin yollarını arar.

İşte bu hususlar insanın sırrının la ilahe illellah ile başlar. Öylece maneviyatını güçlendirmek için yola koyulur. Kalp kirlerinden nasıl arınmak için yollar ararken, kalp kirinin hangi kirler olduğunu anlamaya çalışır. Bunun akıl ile tespitinin mümkün olmadığını anlar. Zira akıl kendisi için zevki sefa olan şeylere hayır demez. Akıl anlık zeka ile kol kola verip tatminin yollarını arar.

Ama insanın içinde yani batınında başka bir âlemin olduğunu da akıl inkâr edemez olur. Zira rüya âlemi ile başına gelecek yaşam ile ilişkili birçok hususun kendisiyle buluştuğunu hayretle izler. Bunların dayandığı bir gerçeklik olduğu hakikati içini meşgul eder. Aklın önüne serdiği maddi ve fiziki âlemin ötesinde, kendisini saran bir metafiziğin olduğu hakikatini inkâr edemez olur.  Onun için de kendisinin derununda var olan içsel âlemiyle irtibat kurmanın çarelerini de arar. Ölmüşlerini düşünür. Koca dünyanın ve içindekilerin birkaç yıllık plan için var edilebileceğini aklı kabul edemez olur. Ben de ölüp bu dünyadan çıktığımda başıma bir şeyler gelecek mi diye düşüncelerden de kendisini sıyıramaz olur.

Sonra döner içindeki istek noktasına bakar. Bu istek noktasının bir yere dayandığını keşfeder. İçinde bir sonsuzluk hissini anlar. Bu sonsuzluk hissinin kaynağını aramaya koyulur. Kendisinin bir robot olmadığını ve bir iradeyle donatıldığı hisseder. Bu istekle donatılan noktanın yani nefsinin özelliklerini araştırmaya koyulur. Bunun da başka başka hislere sahip olduğunu temaşa eder. Zira nefsinin üzerinde bir hükme sahip olduğunu anlar. İstediği hükmü nefsine uygulama kuvvesini kendisinde bulur. Eğer ki kendisini yere yığıp bırakmamışsa, nefsinin arınma kademelerini yani mertebelerini birer birer görür. Görmesi sonucu kademeden kademeye atlar. Kademeler aştıkça takviye eder.  Bu takviye ile kemâlat makamlarına ulaşır.

Böylece nefsini tanımaya başlar. Nefsinin uzandığı terbiye mahalline uzanır. Böyle kendisinin mana kuvvelerinin dayandığı merkezi yani rabbini bilmeye başlar. Sonra der ki bendeki bu kuvvelerin dayandığı merkezin de bir benliği olmalı diye düşünmeye başlar. Zira birçok kuvve mevcut ve bu kuvveler kendi kendine var olamaz. Bunların bir sahibi olmadır diye mırıldanır. Zira ben birçok defa dua ederim birilerine. En basitinden sabah mesai arkadaşıma günaydın derim. Burada mesai arkadaşıma bir dua etmiş ve gününün aydınlık olmasını dilemişimdir. Eğer bir şey verilecekse, ancak üçüncü ve aşkın bir benlik sahibi olacak ki arkadaşımın günün aydınlık eylesin.

Öylece bu verenin ve sahip olduğu mana kuvvelerinin sahibinin kendisini birçok kuvve ile terbiye ettiğini ve bu terbiye alanına da rab olarak isimlendirildiğini anlamaya başlar. Sonra düşünür ki, ben bu benden aşkın olan ve beni kuvveleriyle donatan rabbimi ne kadar seviyorum? Zira o da bir benlik sahibi ise ve bende aşkınsa o zaman, benim onu sevmem lazım.  Ama bu sevgi nasıl bir sevgi olmalı diye düşüncelerine devam eder.

Sonra düşünür ki, bir yaşam alanındayım ve yaşıyorum. Bu yaşam alanındaki tüm düşünce ve hayallerimle perçinleşmiş haldeyim. Madem bir sonsuzluk sevgiyle aşkın güç beni var etti, o zaman benle perçinlenen ahlak ve tavırlarım beninle bütünleşerek sonsuzluğa doğru benle yol alacaktır. Acaba benim rabbim bu ahlakımdan razı mıdır diye düşünce planlarını yaparak, kendimi arındırmalıyım diye yakınır. Zira anlar ki, nasıl yaşarsa öyle ölür ve madem sonsuzluk yolcusu ve bu hissi ta derunun da hissediyor, o zaman nasıl ölürse bu dünyada, öylece dirilecek başka âlemde diye, düşünce dünyasını çalıştırır.

Sonra insanlığın evveline uzanır kendisine kadar uzanan insanlık âlemini dikizlemeye başlar. Kare kare insanlığı inceler. Akıl afakındaki insanları seyrederken içinde bulunduğu dünyayı seyreder. Sonra din olarak kendisine sunulan ilmi inceler ve sorularına yanıtlar arar. Zira aşkın bir güç varsa, bu güç sahi ancak insanlardan bazılarını temsilcisi seçerek insanlara hitapta bulunmalıdır. Bunun için de o temsilci olacak insanlar temiz olmalı ve arınmış olarak yatarım kitabına dokunmalılar diye düşüncelerine devam eder.

Aşkın gücün sahibiyle irtibat ancak temiz bir ruh haliyle olur diye tefekkürlerine devam eder. Sonra dini ve akli kaynakları birleştirip düşünce dünyasını şekillendirmeye başlar. Aşkın güç sahibi olan kuvvetin sahibinin adının Allah olduğunu dini kaynaklardan öğrenir. Ve gözünü artık ilahi kaynaklardan kendisine uzanan ipe çevirir ve seyrine başlar.

Ve öğrenir ki yüce kudret sahibi olan Allah, Hz. Âdem aleyhisselamı yarattığında Hz. Âdem aleyhisselam başını semaya çevirmiş ve semada la ilahe illallah muhammeden rasulullah yazısını görmüş. Şimdi bu hakikat üzerinde az derinleşelim.

La ilahe illallah, Allah yanı sıra başka ilah yoktur. Yani ulûhiyet sahibi sadece odur. Öylece kişi şirkten arınır. Allah ile tanışmayanın hatırlayacağı en büyük kapı bu kapıdır. Bu kapı ile kişi en büyük zikri yapmıştır. Sıra ikinci kapıda, zira insanlık gözü ilk kapıda takılı kalırsa artık gözü hiç bir şey görmez olur. Allahın bizden isteği ise, rabbim bize dünyada da güzellik ver, bize ahrette de güzellik ver unsurudur.

Peygamberimize ve sahabelere bakın, sadece evet sadece elli yılda, Çin’den Cebelitarık’a ve ta İstanbul’a kadar uzanıp hal, hareket ve duruşlarıyla Allah’ı tanıttılar. Ama günümüz İslam dünyasına dikkat ediniz ki, yüzlerce fırka veya tarikat bir kaç belli başlı zikirle hala İslam’ın ahlakını daha kendi cemaatlerinin içlerinde bile cem ettiremediler. Zira şehrin kalesi tespit edilip gözler o kaleye yaklaştırılıp yakınlaştırdığında, artık göz gayriyi göremez oldu. Oysaki İslam, sadece kalenin duvarına odaklan ve şehrin içini görme, demedi. İşte onun için de, sadece la ilahe illallah zikri yetersiz olup, sadece bu zikirle kalenin ötesini görmez olursun.

Zira sadece la ilahe illellah zikriyle aşk ve cezbe kalbe vuracak ve göz artık gayriden yoksun olacaktır. Oysaki bizler, ef’al âleminde yaşarız. Ef’al âlemin sırrını çözüp hakkını vermeliyiz. Buna şeriat derler. Şeriat yani zahiri dünya ve cennet yaşamı olmadan, Allah’ı en güzel seyredeceğin bir mekân da olmayacaktır. Elbette bana seni gerek seni deriz. Ama bunu derken onun koyduğu sünneti de uygulayarak isteriz.

Onun için de aziz yunus uyandığında söylediği son şiirine bakın, şeriat tarikat yoldur varana, hakikat marifet ondan içeri. İşte koca yunus mürşidinin yanındayken aşkta zirve yapar ve bir türlü uyanamaz. Ne zaman ki kovuyor onu, uyanıp geri geldiğinde artık mest olmuştur. Şeriat tarikat yoldur varana hakikat marifet ondan içeri mısralarıyla mürşidine cevap verir. Sonra da susar. Ef’al, esma, sıfat ve zat denilen mana basamaklarını cem eder. İnsanı kâmil olur. İşte tüm bu prensipleri sizin bu kardeşiniz seyretti ve sonra karar verdi ki, şehrin duvarına gözünü yakın ettirip kendisini kör etmeden şehrin içini fetheylemek istedi.

Aslında kişi, gözünü şehrin duvarına yapıştırıp yakın ettiğinde birçok haz ve mutluluk hissi yaşar elbet. Birçok olağan üstü işlev yapabilir. Tayyi zaman tayyi mekân yapabilir. Cinlerle ve ölülerle dahi görüşüp konuşabilir. Buna tasavvufta cezbe hali derler. Amma ve lakin İslam’ın temel prensibi, akıl ve iman dâhilinde, dünya ve ahreti mamur etmektir.

Şimdi İslam tarihine bakın, en güzel olan devirlerde, binlerce sanat eseri keşfedildi. Astronomi ve tıpta hem matematik ve fende birçok tespit yapıldı. İşte bunların tümü kalenin içini keşfetmekle oldu. Gözünü kalenin duvarına yakınlaştırıp öylece akılını bir kenara bırakarak cezbeye gelip kendinden geçerek olmadı. Hem İslami bakış sadece bir anda kostümünü giyip belli başlı ritüellerle bezenip adeta tiyatro çevirip diğer anlarda nefsanî duygularla hareket eden bir mekanizma değildir. İslam tümüyle bir hayat şehridir. Ve yaşamın her alanını kuşatır.

İşte onun için de, yaptığımız esma zikirleri çalışmaları ile şehrin içindeki güzellikleri keşfederek yürümek üzerine olmaktadır. O yüzden esma zikirleri çok ama çok önemlidir. Ama kıvamında ve planlı bir şekilde olmalıdır. Elbette la ilahe illellah zikrini yılda en az yetmiş bin defa okumaya gayret edeceğiz ki, kalbimiz şehrin surlarında karar kılsın. La ilahe illellah zikri ile kalbi duyguları elbette uyandırırız. Ama asıl hedef şehrin içinde gezip sıfattan esmaya, esmadan ef’ale uzanan güzellikleri tespit etmektir.

Bu dünyaya doğmak için geldik. Yoksa doğamazdık. Yaratanımız bizden kendisini tanımamızı istiyor. İşte yaratanımız, bizim kendisinin adının Allah olduğunu bildikten sonra, gözü sadece Allah zikrine dikmek değil, bu ismin içeriğini de kavramamızı istiyor. Şu ayete kulak verelim; “Onlar Allah’ın kadr-u kıymetini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer bütünüyle O’nun avucundadır; gökler de sağ eliyle dürülüp bükülmüştür. O, onların şirk koştuklarından münezzeh ve yüce konumdadır. (Zümer suresi 67)

İsim müsemmaya ulaşmak içindir. Yoksa sadece isim olur yakınlaştırılır ve bilinci o yakınlaştırdığına taktırıp, öze yolcuktan mahrum edilir. Yaratan bize “ben”lik vererek kendisiyle muhatap etmiştir. Ama biz, bize verilen irade ile “ben”liğimizi hayali olarak silip, Allah ile fenayı yaşarsak, Allahın yaratımına ihanet etmiş oluruz. Zira biz “ben”liği değil “ben”liğin büründüğü hayvani vasıfları temizleyip egoistlik düşüncelerden arınmak için varız.

Baksana olaya camide bin kişi toplanır kalpleri birleşerek cem olup cemaat olurlar. Her birinde bir “ben”lik vardır ve “ben”likleri yok olmamıştır. Ama omuz omuza kaynaşarak bütünleşmişlik var. Tüm “ben”cillik duygularını, makam ve mevkilerini ayakkabılarıyla çıkarıp rafa kaldırmış ve omuz omuza “ben”cillikten arınmış bir vaziyette bütünleşmişlerdir.

Amma ve lakin bakın duruma ve vaziyete, gerçekte durum hiçte öyle değildir. “ben”likten geçip “”ben”cilliklerinde katranlaşan insanlarla dolu bir âleme şahit olmaktasın. İslam âlemine baksana, binlerce fırka ve sen benim tarikatımda değilsin öyle mi? O zaman sen kâfirsin veya dış kapının dış mandalısın şeklindeki bir “ben”cillik başını almış gidiyor. Hatta hatta bunu dillendirmezse de, kendi fırka veya tarikatında olmayana kem gözle bakıp öylece kendisini kurtulmuş bir fırka görerek insanlığa bakış atıyordur. Ve toplanan bin kişi ama yüz bin tane kalp ve yüz bin tane ayrı heves.

Bu mu peygamberin bizden istediği, bu mu yaratanın bizden beklediği? Bu mu tarikat, bu mu hakikat? Nerde kaldı marifet? Değil kardeşim değil! “Ben”liğimizi atmayacağız. “Ben”liğimiz içini dolduracağız ve insanı kâmile ayna olacağız. İşte mutluluk buradadır.

Allah esmaların, insan üzerindeki hükmü ile var edilmiştir rububiyet alanımız. Esmalar bizim ana cevherimizdir. Şekerin içindeki tatlılık gibidir. Nerede tatlılık? Zaten şeker tatlığın ta kendisi, ötesi berisi yoktur. İşte bir kalıp şeker düşünün. İşte insan o şekerdir. e kendisine ruhundan yani emrinden emirle emirlendirilmiştir. Öylece zati seyir zevkine de ulaşıp başını secdeye bırakır olmuştur. Secdede gözler kapatılmaz. Çünkü göz sura yapışmış artık mutlak seyre revan olmuştur.

Hey gidi günler, ne günler, ne günler kaybolup heba olan günler! Sonrada uçan kaçanlar. Maneviyatımız ile maddiyatımız ayrılmaz ikilidir. Çünkü ruhlarımız bedenlerimiz, bedenlerimiz ruhlarımızdır. Ayrılmaz et ve tırnak gibidir. Eriştiği bilinç düzeyi onun için revandır. Öylece seyirde agâhtır. Kalp kirlerinden letaifleri çalıştırarak kurtuluruz. O da ancak esma zikriyle maya tutar. Batın âlemiyle her an zahirimiz irtibat halindedir. İçindeki deruni hazzı ise ancak yaşayanlar hisseder.

Ölmüşlere ölünce ulaşırız. O zaman da iş işten geçecektir. İşte kul nefsini bilince rabbiyle hemhal olur. Allah için bütünleşen “ben”lere selam olsun. İşte bu “ben” diyen kişiler, kıyamet günü arşın gölgesinde gölgeleneceklerdir. Tüm bu yazgılar “ben”im kendi idrakime göredir. Elbette daha yüksek idrak sahipleri de vardır. Daha yüksek idrak sahiplerine hürmetlerimi sunarım. Sürçülisan ettiysek af ola.

Yorum yapın