KADERİN HAKİKATİ ÜZERİNE BİR NOT

Kader derken gözümüz semaya döner ve yazgımızı yazan aşkın güç sahibini arar. Sonra da der ki; o ilmiyetiyle her şeyi biliyor ve o yüzden de kimin ne yapacağını biliyor. Onun için de yazmış.

Sonra birçok kişi de, madem biliyor ve yazıyor neden dünyadayız? Zaten biliyor…

Bazısı da öğrencinin durumunu bilen öğretmene benzetiyor. Öğretmen öğrencinin durumunu biliyor ve kanaatte bulunuyor. Öğrenci de o puanı alıyor.

Başkaları ortaya çıkıyor ve insan kendi kaderini çizip yaşıyor. Başkaları da başka başka şeyler deyip bu konuyu uzatıp götürüyor birçok bilinmeze.

İslam dininde ve hatta hatta yeryüzündeki tüm insanlıkta, bu kader konusu hep sır olarak kulaktan kulağa dolaşmakta ve asli bir cevap hiç yapılmamaktadır.

Öyle kalpler bu konuda ilme-l yakin huzura ersin ve ne olduğunu bizzat bilerek gerekli olan konumlamada bulunsun.

İşte kader birçok ekol türemiş ve her biri bir şey demiştir. Bilenler ise susmuş ve anlatmaya yeltenmemişlerdir.

Bilmeyenler ise, bilenlerden hep sormuş ve onlar da hep susmuşlardır.

Çünkü bilenler, bilmeyenlere nasıl izah edeceklerini ya çözememişler veya bilmeyenlere olayın temel konumlamasını izah etmekten aciz düşmüşler.

Ayrıca kaderin anlatımı, olayın anlaşılamaması nedeniyle, sınavın yaşanırlılığına zarar verir diye düşünülmüştür. Zira sınav sürmekte ve yaşam sürekli şekillenmektedir.

Kaderin açık bir şekilde anlatılmamasının en büyük nedenlerinden birisi ise, kişilerin olayın hakikatini bilmeden direk üstten bilgiyle donanmaları halinde, olayın arzına teşvikten mahrum kalma hissiyatıdır.

Kader üç türlüdür…

Birincisi mutlak hüküm edilen kader ki, değişimi Allah iradesine tabi olarak yürürlükte olup, normal şartlarda değişim olmadan ortaya koyulan ve hem kesin hem net olan sünnetullah gerçeğidir.

Buna şu hadisi şerif örnek olarak gösterilebilir.

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hz. Adem ve Musa aleyhimasselam münakaşa ettiler. Musa, Adem´e: “İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!” dedi. Adem de Musa´ya: “Sen, Allah´ın risalet vermek suretiyle seçtiği ve hususi kelamına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan (kırk yıl) önce Allah´ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!” diye cevap verdi.” Resulullah devamla dedi ki: “Hz. Adem Musa´yı ilzam etti!” [Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1, (2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135).]

İkincisi tümel kaderdir. Bu kader türü, toplumun ortak fikir akımına göre şekil almakta ve Allah hükmü öylece tecelli etmektedir.

Buna Ra’d suresi 11. Ayeti işaret eder.

Onun önünden ve arkasından izleyenleri vardır. Onu Allah’ın emriyle (sürekli) gözetip korumaktadırlar. Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirip bozmayacaktır. Allah da bir kavme sıkıntı ve kötülükler diledi mi, artık onu önleyecek ve geri çevirecek de yoktur. Onların Allah’tan başka velileri yoktur.”

Üçüncüsü ise şahsi kaderdir. Ona da şu İsra suresi 13. Ayet işaret eder.

“Biz her insanın (can) kuşunu (ruhunu ve amel durumunu) kendi boynuna doladık, kıyamet gününde (ise) onun için açılmış olarak önüne konacak ve (amellerine) kavuşacak bir kitap çıkarırız.”

İki ile üçüncü türü hem bağımsız hem de bağımlıdır. Her mekâna göre ayrı bir şekilde zuhur eder.

Kader olayın birçok merhalesini defalarca yazdık. Şimdi de kader olayını bize açıldığı kadarıyla yazalım…

Öncellikle bilelim ki; ezel ve ebed bizim içindir. Hani Allah ezeli ve ebedidir deniliyor ya, işte buradaki ezeli, bizim tarafımızdan ilk anımız oluşunca, işte ilk anımızdan hemen önce Allah vardı.

Allah ebedidir denildiğinde ise, bizim varlığımız bir noktada son bulur ve ötesinde gene de Allah nuru ve Allah nurunun uzandığı Allah veçhi baki olarak oradadır. Yani ezelimizi ve sonumuzu başlatıp sınır koyan, gene de Allah’tır.

Allah’ın zatı için böyle kavramlar düşünülemez. Zira ezel ilki gerektirirken, ebed sonu gerektirir. Buradaki ezel ve ebed ise, göresel olup Allah’ın zatıyla ilişkili değildir. Çünkü Allah zatı, tümüyle her kavramdan münezzehtir. A

Ancak kendi özelliklerinden bize bildirdiği kadar özelliklerini öğreniriz ve onu o özelliklerle tanırız. İşte Allahın ezeliyeti ve ebediyeti de gene bizim palanımıza gire tabirini yapar, ötesine tek adım bile atamayız.

Allah; nurunun ezeliyet ve ebediyeti söz konusu olduğu için, bizim ve tüm varlığın öz yapısı bu nur olduğundan, bu nur ile ezelimiz ve ebedimiz bir daireye alınmakta ve bizim şuur dünyamıza bu kavramlar yerleşmektedir.

Allah iradesi mutlak olarak hükmünü icra ederken, temel bir plan çizer ve onun üzerinde âlemlerinde tasarruf eder. Buna karışmak hiçbir surette mümkün değildir. Verilen bir emir var ve yerine getirilecektir. Burada ne gerekiyorsa, o tecelli edecektir.

Kaderin mutlak yaratım ve hükmün icrası alanında eğer ki, bir konu mutlak oluşum ve yaratım planında insan ve cin türünü ilgilendiriyorsa, emir yerine gelene kadar ilgili oluşumu gerçekleştirmek için arada yer alan insan veya cinin aklı alınır ve istenilen hüküm zuhur eder. Bunun için de, önleyecek veya geri bırakmak için yapacak hiçbir şey yoktur. Kaderin tecellisinde arada kalan kişiler ise, hızlıca uyanır.

Eğer emrin yerine gelmesi için kulda zahiren işlenilen bir hata peyda olursa, o kişi veya kişiler hızlıca uyanır ve hemen tövbe edip yaşamına kaldığı yerden devam eder. Bu oluşum için; Allah niye böyle yapar dersen, derim ki onun mülküdür ve dilediği gibi tasarruf eder.

Hz. Âdem’in ağaçtan yedikten ve dünyaya indikten hemen sonra tövbe edip hakka dönüş yapması gibi. Zaten ağaçtan yiyecekti ve insanlık neslini dünyaya indirecekti. Bunun başka bir alternatif seçeneği de yoktu. Emir verilmişti ve tecellisi oluşacaktı. İşte aklı alındı ve ağaçtan yedirildi. Zira aklı başında olsaydı yemezdi ve mutlak kader tecelli etmeyecekti. Burada kendisinin hiçbir müdahili yoktur. Ağaçtan yememesi diye bir olay dahi tasavvur edilemez.

Bazen aynı bu fonksiyon bizi de buluyor. Zira mutlak hüküm, mutlak değişim için gerekli bir dönüşümün vakti geldiğinde, aynı şekilde blokaj ve sonrası devam ediyor. Yani her ne kadar insana muallâk irade verilmişse de, temel hatları mutlak irade belirler. İşte aynı olay Hz. Âdem aleyhisselam için de gerçekleşti. Zira dünyaya inecek ve insanlık hikâyesi başlayacaktı.

İşte orada mutlak irade cüzi iradeyi cezp etti ve dünyaya gönderdi. İşte mutlak hüküm, mutlak iradenin zuhuru için devreye girip, âlemlerde değişim yapmak istediğinde, insanın iradesi bloke olur. Ki bu olay, daha Hz. Adem yaratılmadan çok daha önce takdir edilmişti.

Blokajı; dondurma ve iradesini kullanmaya engel koyma olarak anlayabiliriz. Yani Allah âlemlerinde değişim yapmak istediğinde, hükmü verilen olayın ortaya konulması için, ilgili alandaki bilinçleri durdurup, yâda dondurup, yapacağı işlemi yaptıktan sonra tekrar eski haline getiriyor.

İkinci kader olan tümel kader ise, toplumsal olarak oluşan değişim sonucu, toplumun vaziyetinin yeni yeni yaratım modelleri ile kavuşmasıdır. Burada ise, toplumsal fertlerin grupça bir işe niyet ettiklerinde, niyetin hedefe kilitlenmesi sonucu, Allah toplumda toplumun isteğine göre kaderini tecelli etmek istediğinde ve hüküm icra edildiğinde, tümel bakışla çizilen toplumsal kader devreye girer.

Öylece insanlığın tümünü veya bir kısmını ilgilendiren değişim yapmak istediğinin tecelli etme anı geldiğinde, toplumsal olarak herkeste bir akıl tutulması olur ve ilgili olan toplumdaki insanların iradesi bloke olur. Yapılan ezeldeki yönelime göre, ebette değişim olur. Bu değişim yapıldıktan sonra bu bloke çözüldüğünde önceki bilgiler mutlak kaderin tecellisinde olduğu gibi gene de yok olmuyor, insanların yaşamı ve sahip olunan bilinç, ortaya çıkan yeni oluşuma göre kaldığı yerden devam eder.

Üçüncü kader türü olan bireysel kader ise, kişi bizzat kendisi; ezelinde yaptığı fiil ve büründüğü düşünceler, beraber dostluk yaptığı ve fikir dünyalarından hem yaşam tarzlarından etlendiği kişiler, haklarında yargıda bulunduğu toplumsal vaziyetlerden ve yaptığı kınamalardan kendine yansıyan olumlu veya olumsuz düşünceler ile kader kalemi yazar. Ve ebedinde de karşısına çıkarır.

Ezel ve ebed, iki adeta sihirli kelime olup her an geçerliğini sürdürmekte ve her an hem ezel hem de ebed yaşanmaktadır. Az yukarda ifade ettiğimiz gibi Allah, ezeli ve ebedi olduğu hakikati gereği, kulunun sahip olduğu ezel yapısının, ebedinde başına ne getireceğini bilmekte ve ona göre de yazım oluşmaktadır.

İşte ezelini değiştirirsen nimete erenlerin amelleri ile ebedinde hızlıca değişime uğrayacak, öylece yeni yeni oluşumlar yapmak üzere kalemin, kaderi yazboz tahtasına çevirecektir. Kişi eski yaşamın kendisine verdiği tecrübe ile yeni yaşamla birlikte kayıtlanmadan yepyeni bir bakışla yaşamı sentez etmeye her an devam eder. Bu her birimiz için mevzubahistir.

Kader anı tecelli edip hüküm gerçekleştikten sonra eski hale yeni bilgiler de eklenmiş olarak yaşama gözlerini açar. Tıpkı ameliyat gibi, hani narkozu verirler ameliyata girer, keserler biçerler, hiçbir şeyden haberimiz olmaz. Kendimize gelince, kaldığımız yerden devam ederiz yaşama. Güncelleme gibi bir şey, yani tüm bilinci durdurup yapmak istediği değişimleri yapıp tekrar bloke yine kaldırıyor, bilinç yeni eklenenler ya da çıkarılanlarla yaşama devam eder.

Sanki bazen farkında olmadan bazen de bir anda farkındalık oluşuyor. Uyanıkken de bir anda bazen bir açılım yaşarız. Bazen de uykuda bile bir rüya görüp hayatımızda apaçık değişime şahit oluruz.

Kaderin hangi türü olursa olsun, ha mutlak iradeye bağlı olan kader, ha toplumsal menfeze bağlı gelişen kader, ha kişisel bazdaki değişimden ortaya çıkan kader, aklı başındayken işlemeyeceği bir şeyi, ha mutlak yazım ha muallâk yazım yerini bulsun diye, Allah kişinin aklını bloke eder, yani kapatır, kişi işi yapar, sonra aklı iade olur, sonra da o işi neden ve nasıl yaptığına hayret eder. Oysaki kader anı, bireysel veya toplumsal aklın önüne geçmişti ve işlemişti ve tecelli gerçekleşmişti.

Burada şu sorulabilir; mesela mutlak kaderimizde birisini öldürmek var, o kişinin ölümüne biz vesileyiz, ama normalde bir karıncayı bile incitemez bir kişilik sahibiyiz. O anda görevini yerine getirebilmesi için Allah tarafından iradesi kulun iradesini bloke edip mutlak kaderini mi yaşıyor?

Burada hem evet hem de hayır…

Önce hayır olanı yazalım; Allah kimseye mutlak irade ile hükmedip katil olmasını yazmaz. Bu tümüyle kişisel veya grupsal kaderle ilişkili olarak gelişir ve o işi yapan kişiler mesuldür. Mutlak kader gibi mutlak mesuliyetsizlik burada düşünülemez. Şimdi de eveti yazalım; çünkü kişi yaptığı yönelimlerle kendi ezelinde o şekilde bir rota çizmiş ve rotası yol güzergâhına ulaşınca, aklı alınmış ve o çirkin iş işlenmiş olur.

Buradaki tüm oluşum, yukarda izah ettiğimiz gibi, kişinin yaptığı amelleri ile yazdığı yazımın zamanı gelince karşısına çıması oladır. Yoksa ne diye adam öldürmek büyük günah sayılsın veya diğer günahlar ve ameller. Kişi kendi özgür iradesiyle istekte bulunur ve isteğin gücüne göre hanesinde değişim olur, vakti gelince ise, Allah yaratımı kulu bulmaktadır. Yani talep kuldan çıkmakta ve yaratım Allah tarafından meydana gelmektedir.

Talep etmede Allah, kulun iradesi yönünde yaratır. Kulun iyi veya kötü istemesine bakmaksızın istek ve yönelimin yoğunluk şiddetine göre yaratım tecellisini meydana getirir. Ama kötü istekte bulunan kulun o vaziyetini sevmemekte ve kötü işler peşinde gitmekten de razı olmamaktadır.

Yorum yapın