ELESTU BİRABBİKUM

Öncellikle bilelim ki ruh nefha edilir yani üfürülür. Ruh yaratılmayandır çünkü ruh onun emridir ki ol dediğinde olan oluştur.

Şöyle bir örnek vereyim. Dünyaya yeni gelen bebek, annesinden süt emmek için kimseden talim almaz. Zaten talim almak için gerekli bir düzeye gelmemiştir. Annesinin sütünü direk emmeye başlar. Yani yaratılışı onu o şekilde yönlendirir. Onun bünyesine emme melekesi yerleştirilmiş bir şekilde annesinin sütünü emmeye başlar.

Bebeğin annesinin sütünü içebilecek halde içsel bir meleke ile geldiği gibi, her insan dünyaya geldiğinde rabbini bilecek şekilde bir bünye, onun içsel dünyasına yerleştirilmiştir.

Her insanda istediği toplumda dünyaya gelmiş olursa olsun, onda bir aşkın güce yönelimi ve rab terbiyesi mevcuttur. Dünya üzerinde yaşan insanların ekserisi bu aşkın gücün esas sahibini tanımadığı için ve bunun hakikatini bilmediği için, bu aşkın güce yönelme olayını yanlış kullanır.

insanların ekseriyeti, kendisinde mahfuz olan aşkın gücün kaynağından uzaklaşarak içsel yönelimini, kendisinde olağanüstü güç olduğunu vehmettiği mahlûkata yönlendirir. Dünya üzerine baktığımızda, bunu ineğe, şeytana, yıldıza, aya, güneşe veya güçlü gördüğü insanlara yönlendirenler hep olmuştur. Veya Allah’ı sıfat ve esmalarını yanlış bir itikatla öğrenip, ona eş, çocuk veya baba olarak bakanlar olmuştur. Veya Allah’ı insana hulul etmiş şekilde düşünüp insan bedenine girmiş diye vehmeden insanlar olagelmiştir.

Nasıl bir itikada bürünürse bürünsün, sürekli aşkın güçten bir şeyler bekleme inancı hep oluştur. Çünkü bu yönelim olayı insanın bünyesine yerleştirilmiş bir haslettir.

İşte her insan İslam fıtratı üzere doğar. Annesi, babası veya çevresi onu Yahudi veya Hıristiyan veya başka bir inanışa sürükler. İçinde bulunduğu toplum onun rububiyet alanının nakşını değiştirir. Aslında vehminde istediği şekilde değiştirirse değiştirsin, tüm rububiyet alanın oluşturan Allah’ın doksan dokuz isminden başka değildir.

İşte ayette anlatılan bu rububiyet olayı sanki Allah ile insana üflenip kişide benlik alanı oluşturan ruh arasında bir diyalog şeklinde sembolize edilmiş gibi anlatılmıştır.

Her bir insan rabbine boyun eğmiş şekilde dünyaya gelir. Sen kalkıp Allah için bir zaman ve mekân belirleyemezsin ki bu eskideki bir zamana ait bir söyleşi zannedesin. Ezel dediğimizde her an ezeldir.  Ebet dediğimizde de her an ebettir. Ezeli ve ebedi kişiye göredir. Allaha göre ezel ve ebet olamaz.

Zaman kavramı bizim için vardır ve varlık aldığımız anda bizim oluşuyordur. Her insanın ezeli ilk yaratıldığı andır. Her birimizin yaratımın başlangıcı anne karnında anne baba maddelerinin bir araya gelmesiyle başlar. O maddelerin gelişip kıvama gelmesi sonucu yüz yirminci günde ona ruh üflenir.

Yüz yirminci günden önce kişiye hayat ve gelişim sunan hayvani ruhtur. Hayvani ruh her canlıda olduğu gibi o ceninde de vardır. Ama insani ruh yüz yirminci günden önce verilmemiştir.

Hayvanlardaki hislerden aynen hisler var. Tıpkı hayvan gibi, yeme, içme ve zarar gördüğünde acıyı hissetme algısı vardır. Aynen hayvanlar gibi anlık ihtiyacını giderek düşüncesi vardır. Ama onun içinde bir insani ruh yoktur.

Bebeğe yüz yirminci günde insani ruh üflenir. Hayvani ruh dediğimiz tüm canlıları canlı tutan ruh, bırak yüz yirmi günlük gelişim zaman dilimi içini, daha babasının belinde ve annesin göğsünde iken de, insanın oluşumunu oluşturan hammaddeler ruh sahibidir. İşte bu ruha hayvani ruh denir. Eğer tüm varlığı kuşatan bu ruh o maddelerde de olmasaydı, nasıl birleşip bir arada tutuna bilirlerdi ki. Her şey canlıdır. Cansız diye bir şey yoktur. Hatta taş ve toprak bile canlıdır.

Her varlığın nerede nasıl oluşacağı elbette Allah’ın ezeli ilminde belli. Ama yaratılmadan varlıklar fiiller âleminde zuhur etmez.

Allah kıvama gelen insan bedenine kendi ruhundan üflüyor. Burada yaratılan bir ruh yoktur. Ceninde yüz yirminci gün, zuhur edebileceği terkibine göre, cenine üflenen ruh şekillenmeye başlar. Rabbine buyun eğmiş halde üflenen ruh şekil alır.

Rabbine yani sahip olduğu esma terkibine sanal benliği boyun bükmüş ve sen benin rabbimsin, yani sen nasıl bir şekil alırsan, ben de o şekilde bir kıvam alacam diye sözleşiyor. Her insan bilaistisna kendi rububiyet merkezine boyun eğmiştir.

İşte rububiyet merkezi onun sahip olduğu esma kompozisyonudur. Nefis yani kişideki sanal benlik buna şahit olmuştur. Yani kendi esma kuvvelerinin onun rabbi olduğunu bizzat görmüştür.

İşte biz esma kuvvelerimizin potansiyelini yükseltirsek, üflenen ruh yani biz, yani sanal benliğimiz, ona göre daha güzel bir bakışa ulaşır. Çünkü rabbine boyun eğmiş ve rabbin kendisinde zuhur etiğinden başka bir şeye ulaşması mümkün değildir.

Zaten onun için de denmiştir ki, kişiye sadece çalışması vardır. Çalışmasının dışında insana bir şey verilmez.

İşte aldığımız tat, bedensel terkibimizden zuhur eden bir haslettir. Biz aldığımız tadın bize ait olduğunu zannederiz. Oysaki o tat bedenden kaynaklıdır. Rabbe boyun eğdiğimizden, kendisini et kemik beden zanneden rububiyetten kaynaklı alınan tat dahi, et kemik beden dairesinde kendi tadımız vehmederiz. Oysa hakikatimiz renksiz, şekilsiz, saf ve hamdır.

Rububiyet alanımız bu dünyada et kemik beden dairesinde karar kılmıştır. Rububiyet alanımızı genişlettikçe de zevklerimizin yönü değişecektir. Ama her halimizde rabbimize tabi olarak ona boyun eğenlerden olacağız.

İşte lahutiden üflenen ruh şeffaftır ve kalıbın renginde renklenir. Bu beden içinde gözünü açtığı için kendisini bu beden zannetmiştir. Onca olaya anlatan peygamberler, veliler ve âlimler bak sen bu beden değilsin, Allah’ın üflenmiş ruhundan varlığını almışsın, bu bedenle kayıtlanma diye uyarmışlardır. Bakış açımızı değiştirme babında ayette Allah der ki, Allah’ın boyasıyla boyanın.

İşte beden kaydından kurtulmak için ve et kemik bedenin hükmünde kayıtlanmamak için oruç tutuyoruz, ibadet ediyoruz hem zikirler ile benliğimiz üzerinde işlemlerde bulunuyoruz.

Varlığımızı oluşturan doksan dokuz esmadan her birisisin ayrı bir işlevi vardır. Cami esması bünyeyi oluşturan tüm esmaları bir arada tutar. Musavvir şekillendirir. Rezzak rızkını hâsıl eder. Bunun gibi her isim ayrı bir özellikle rububiyet alanımızı oluşturur. Biz de rabbimize boyun eğmiş bir şekilde her oluşturulan rububiyet şekline tabiiyetimize şahidiz oluyoruz. Doksan dokuz esmaların tümü insanda mevcuttur. Ama diğer varlıklarda tümü yok. Zaten onun için insan, bu rububiyet alanına kavuşarak Allaha halife olmuştur.

Tüm varlıklar rububiyet alanlarını elbette Allah’tan alırlar. Ama doksan dokuz esmanın tümü tüm varlıklarda yer almaz. Varlığı oluşturan belli başlı esmalar ise her varlıkta yer alır. Örneğin Cami esması tüm yaratılmışlarda yer. Havyanda, insanda melekte, felekte, dağda, taşta, yıldızda vs. Musavvir esması tüm varlıklarda yer alır. Bu esma ile her birim ayrı bir şekil alır.

Esmaların işaret ettiği manalar ile oluşuyor tüm varlıklar. İşte tat alma olayı bedende oluyordur. Ruh bunu kendisine mal ediyor. İşte lahutiden üflenen ruh bu beden içerisinde kendisini bu beden sanıyordur. Oysaki bu beden ölecek ve ruh bu bedenden aldığı kayıtlarla, yepyeni bir bedende yaşamına devam edecektir.

Onun için zevk kapasitemizin değişilenliği kadar bizim cennet ortamımızdaki zevkler de şekillenecektir. Çünkü cennette nimete ulaşınca insan, diyecek ben bunları daha önce de tatmıştım. Daha önce tattığım zevklerin benzeridir diyeceklerdir. Çünkü burada oluşturduğu zevk çerçevesinin çok çok üst limitlerini orada yaşam alanına kudret ile sokacaktır.

İşte lahutiden üflenen ruh bu bedenin zevkini kendi zevki sanıyor. Bu bedenin ızdırabını kendi ızdırabı sanıyor. Kendi sonsuzluğunu da bu bedene yüklüyor. Bu defa dünyaya sonsuz gözüyle bakıyor. Yaptığı tüm işleri sanki dünyada sonsuz kalacakmış gibi düzenliyor. Çünkü sonsuzluktan geliyor. Bedenin tadını kendi tadı zannediyor. Ama olayın farkına vardıktan sonra artık dünyadan zevk almaz oluyor.

İşte bu tadı alış şekli de gene esma kuvvelerinin kişiliğin oluşturduğu terkipten kaynaklanıyor. Çünkü biz rabbimize boyun eğmişiz. Eğer lahutiden üflenen insana gelen o nefesi rahman vasıtasıyla insan sıfat âlemini esma âlemini zat âleminden seyir edebiliyor. Yoksa hayvanlar âlemi gibi en fazla kendi esma kuvveleri oranında bir seyre dalacaktı.

İşte insana ruh üflenmesiyle ve rububiyet alanında oluşturulan bedeniyle buluşmasıyla zaten şahitlik olayı başlamıştır. Ayet bunu sanki karşılıklı bir konuşma gibi bize sunuyordur.

Örneğin bal arısının bal yapmayı öğrenmesini Allah ona talim eder. Bunu izah babında ayette der ki Allah, bal arısına vahiy ettik. Yani bal oluşturması için bünyesini ve onun rububiyet alanını öyle oluşturduk.  Yani yaratılış şekli, o yaratılışla yani o melekeyle var oluyordur. İşte insan da, rabbini bilme melekesiyle var olmuştur. İşte o bilinçle var olma, olaya şahitlik etme olayıdır.

Yorum yapın