İNSANA TEVDİ EDİLEN EMANET

Ayeti kerimede rabbimiz şöyle der; “Gerçek şu ki, Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de; onlar bunun yüklenmekten çekindiler ve ondan korkuya kapılıp titrediler. O’nu insan yüklendi. Gerçekten o, pek zalim ve çok cahildir.” Ahzap 72

Hu adıyla işaret edilen mutlak hüviyet yani mutlak zat, kendi zati özellikleri ile sahip olduğu sonsuz sınırsız diye tabir edebileceğimiz bir tarzda kendinden kendine yansıyan öz nuruna bakarak zati ilmiyle seyir eyledi. Yansıyan nurunda mevcut olan ve gizli hazine şeklinde izah edilen nurunda gömülü olan mana kuvvelerini seyir etmek istedi.

Öncellikle seyir alanına koyup içinde şuurlu birimler şeklinde tezahür edeceği alanda, kendisine Allah ismini vererek yaratım alanında kendisini tanıttı. Öylece kendi nuruna temaşa edip kendi öz özelliklerini seyir eyledi.

Bunu ise, nurundan bir tutam alarak yoğunluğunu düşürmek suretiyle, nurunun saçılan şule ışıltılarını kendi öz özellikleri ile üzerinde nakışlar oluşturarak, nakışların nur şulelerinin üzerinde bileşimleştirerek yaptı. Yoksa yoğunluğu düşürülmeden nurunun üzerinde kıvam oluşturup esmalrıyla işaret edilen özelliklerinin dokunalarının bileşimlerinin olması mevzu bahis olamazdı.

Zaten nurundaki her bir özellik, olduğu gibi kaldığında, oradan bir şemailin zuhura gelmesi muhal olurdu. İşte bu dokumayı da gene de her bir zerrecik olan nur şulelerinin içinden dışına akacak şekilde oluşturdu. Yani nakşını bir tutam nurundan var ettiği mahlukatına dışarından üzerine değil, kendi özünden üzerine şekillenecek türde bir tarzla işledi.

Burada bir örnek ile olayı az açalım. Bir projeksiyon cihazını düşünelim. İçinde üretilen ışık huzmesi, lamından filmin içeriğine göre huzme alıp perdeye öylece yansır. Şekiller ışık kırılarak ve basıncı düşürülerek oluşur. Yoksa ışık olduğu gibi yansısa, bir lazerden püsküren ışık gibi, hiçbir görüntü oluşmadan perdeye vurur ve hatta ışığın şiddetinden perdeyi yakarak delip geçerdi.

İşte bu kısa örnekten hareketle, Allah mutlak kuvvet ve kudretiyle sahip olduğu nurunun yoğunluğunu düşürmek suretiyle ve nurunun içindeki kuvve içeriğini bileşimleştirmek suretiyle, ilminden veya nurundan bir noktada tüm bu âlemleri var eyledi.

Tüm bu âlemler dikkat ederseniz onun zati vücudundan değil, zati vücudunun nurundan var ettiği bir noktadan öte bir varlığı olmadı. Bunu seyir eden ilim erbapları, âlemlerin aslı hayaldir dediler. Ama bu hayal bizim kendi hayalimizde kurduğumuz Hayallar gibi değildir. Bu hayal Allah’ın zatına nispetle hayal gibidir.

Sonra bu nokta diyebileceğimiz ilmi huzmeye ve adına Nur-i Muhammedi denilen, içindeki ruha ruhu-l Kudüs denilen, içindeki irfana insanı kâmil denilen, içindeki tekâmül bağlatılarını icra eden tümel bağlantıya aklı evvel denilen bu bir tutam nurdaki tüm bileşimleri bilinçli eyledi. Yerden göğe her bir varlık, bu bileşimlerden bir bileşim olarak Allahı’n nurunda yani ilminde yerini aldı.

Sonra bu seyrini istedi ki biri de seyir etsin. Çünkü yanı sıra bir mutlak vücut sahibi yoktu ki bu ilmi tezahürdeki seyri Allah ile beraber seyir eylesin. Sonra seyir ettiği kendi nurundaki her bir bileşime ruhundan üfleme yapıp zati seyir için müsaitlik durumunu tabiri caizse yokladı. Semalar ve arz buna müsait değildi. Rububiyet alanları buna müsait değildi ve ya rabbi bizde bunu barındıracak kapsam yok dediler.

Arzdaki dağlara nazar eyledi, dağlar da bu ruha haiz olamadı ve aynı şekilde rabbul âlemine karşı titreyip havf eyledi. İşte bu, haiz olmamaya çekindiler denilerek olay ifade edilmiştir. Çünkü kendisinde bu ruhu barındıracak tüm isimlerin ev konukluğu mevcut değildi. Yani Allah’ın nurunun ışıltısındaki tüm mana kuvveleri onlarda zuhur etmemişti.

İnsanı ise, tüm isimleri talim ederek yaratmış ve sonra da var ettiği insani hüviyete ruhundan üfleyebilmek için kıvam verdi. Bu kıvama tam ulaşan insana da ruhundan üfledi. Öylece insan, bekaya bakabilecek kudrete haiz kılındı. Allah namına zati seyir konumu kendisine tevdi edildi. Yani sonsuzluk nazariyesiyle süslendi. Öylece her sahip olduğu değeri sonsuza kadar sahip olma hissiyle yaşam alanı edindi. Hayvanlar ve diğer tüm varlıklar fena dairesinde nazara sahipken, insan bekaya nazar edebilme kuvvesine ulaştırıldı.

Ayetin devamında, insanın zalum ve cehul olduğu söyleniyor. Zelum karanlıklarda kalan demektir. Cehul bilinmezlikte kalan demektir. Allah insana ruhundan üfleyip mükemmel etmenin yanında, insanı et kemik bedenin içinde var eylediği için, kendisine üflenen sonsuzluk ruhunu et kemik bedenin zevkleri içinde boğularak bu ruhu hissedişten gaflette yaşayarak et bedenin kıvrımları arasında karanlıklarda yaşayıp durur. Bunun sebebi ise, sahip olduğu bu sonsuzluk ruhunun özelliklerini bilmediğinden, et kemik bedenin peşinde koşturarak sahip olduğu ulvi özellikleri yok etmesinde yatar.

İnsan aklıyla yaşadığı için her şeyi zahiren arar. Oysaki sahip olduğu o sonsuzluk ruhunu, aklıyla tespit edemez. Çünkü akıl sadece eldeki donelerden yola çıkarak hedefe ulaşmaya çalışır. Oysaki insana verilen en büyük melekelerden biri iman melekesidir. İnsanı kendine inandıranlar peşinden koşturur. Kişi aklı ermezse de güvendiği bir kişiye inanarak bilinmeyen yollarda yolculuk edebilir.

İşte peygamberlerin en belirgin özellikleri olan emin olma özellikleri dolayısıyla, kişi aklıyla tesbit edemediği hususları, onlara imani kuvveleriyle yönelip tasdik ederek hak yolunda ilerlemeleridir.

Çok muzdarip olunan bir konuya da az değinelim. Günümüzde peygamberlere olan imanı devre dışı edip, onları sadece ilahi vahye yönel diyenler, sonra da ilahi vahyin insan profilinde şekillenmesini sağlayan peygamberler devre dışı edilip her şeye aklıyla yürümeleri sonucu ateistlik ve deistlik hızla yayılmaktadır. Oysaki peygambere iman olmadan Kur’anın anlaşılmayacağını, insanlığı peygambersizliğe iten kişiler, en iyi de onlar bilmektedir. Direk dinden vazgeçin deseler, hemen karşı konulacaklardır. Ama her şeyi akılınla çöz deyip peygamberi devre dışı ettiklerinde ise, zaten otomatik olarak akıl iflas edecek, kişi otomatik olarak dini terk edecektir.

İşte bu bir küffar projesi olup, insanlığı aldatıp ilahi yordamdan alıkoymak için ileri sürdükleri kartlardan biridir. Ayrıca peygamberin belli zaman ve mekanlarda kullandığı lokal bazı sözlerini genele vitrin yapıp peygamberin sözlerini itibarsızlaştırarak insanlığı peygambersizliğe itmişleridir. Bunların adamaları her yerde kümelendiği için de, bazısı bu lokal sözleri yaldızlayarak gençleri dini İslami mubinin kutlu rehberinden uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlardır. İşte olayı anlamak için, öncellikle peygambere iman şart olup vazgeçilmez temel prensiplerin başında gelir.

İşte insana emanet edilen bu kutsi ruh, çok bir yük olduğundan et kemik bedenin hafifliğini tercih ederek o muazzam hazinenin kazandıracağı o muazzam yükün getirisi olan sonsuz zati zevk seyrinden mahrum yaşıyordur. İnsan hakikatine karşı cahil olduğundan ve iman edilmesi gereken peygamberine de tam teslimiyetçi bir iman ile iman etmediğinden kendisini et kemik bedenin karanlığında bırakarak, bu kutsi ruhun hakkını veremeden yaratılmışların bir dilencisi olarak yaşam sürmektedir.

Bu ağır yükün hakkını vermek için de zikir ve tefekkürler hem namazla kaim olarak gerçekleştirebilir. Ama insanın bu muazzam yükünün farkına varamaması için de, iblis Allahtan mühlet istemiş ve insanın doğru yolunda oturarak onu hak yoldan başka yollara yönlendirmiştir. Şeytanlardan olan cinni ve insani iblisler tarihin her deminde var olmuş ve hakikat yolundan sapılması için her yola başvurmuşlardır. İşte bu şeytanlara karşı en büyük silah, peygambere şeksiz şüphesiz bir teslimiyette yatar. İşte teslimiyetin oluşmaması için de, tüm şeytanlar iş başındadırlar. Uyanık olmak ve aldanmamak gerekir.

Emaneti sahibine teslim etmek ise, ancak peygamberimize şeksiz ve şüphesiz teslim olmak yolunda revan olmakla gerçekleşir. İşte bunu bilen küffar, peygamber de ne deyip insanları ondan uzaklaştırma gayretindeler. Burada şeytan sağdan yaklaşıp birçok kişiyi parlatarak adını veya eserlerini ön plana çıkartarak, peygamberi perdelemek suretiyle insanları aldatır. Bunun sonucu olarak da birçok fırka oluşmakta ve her biri diğerine düşman olmak suretiyle hakkın rahmetinden uzaklaşmakta öylece yüklenilen mukaddes emanete hıyanet edilmektedir.

Peygamber sevgisi ile ilgili ayet ve hadisler tam bir bütünlük arz etmektedir. Bir Müslüman için Allah ve Resulünün sevgisi her şeyden önce gelir. Buna ayet hadislerle şahit oluyoruz. Şimdi ayet ve hadislere az kulak verelim; Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/24) “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri de onların analarıdır…” (Ahzab, 33/6)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki hiçbiriniz, ben kendisine babasından da, evlâdından da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman, 7) Enes b. Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Üç özellik vardır ki; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tatmış demektir: 1. Allah ve Resulünü, herkesten fazla sevmek. 2. Sevdiğini Allah için sevmek. 3. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, İman 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, İman 67.)

Emaneti yüklenen “BEN” dediğimiz içsel benlik noktamızdır. Oraya kalb de derler. İnsanın tam merkez noktası olup Allahın insandaki evidir. Emanetin sahibi ise, mutlak olarak Allah olup insan, emaneten buna ev sahipliği yapmaktadır. Bu emanet ile insanın sanal benliği şekillenmiş ve hakka ülfet elde etmiştir.

Hu kelimesi Kuran’ı Kerim de Allah’ın zatına işaret için geçiyor. Birde insana hitapta da geçiyor, bunun hakikat sırrı ise şudur, içeriği asla bilinemediği için, sadece “hu” yani “o” denilerek bir özneye işaret edilir. Allahın zatı asla bilinemediği zatına bu işaret zamiri ile işaret edilir. İnsanın hakikat sırrı olan öz zatı da asla bilinemediği için, insanın öz hüviyetine işaret edilirken gene de işaret zamiri ile işaret edilmektedir. Sen bir şeyin içeriğini ne bilirsen ansan tanırsın. Ama Allahın zati içeriği asla bilinemediği için tüm hüviyetine öylece işaret edilir. İnsanda da Allahın ruhundan üflenildiği için, öz zatı asla bilinemez. Ancak kişisel bazda hissedilir.

Huu ile hûşu arasındaki bağ ise, kişi Allahın asla bilinemez olan hüviyetini kendi hüviyeti ile hissettiğinde, onu derin bir huşu ve huzur sarar. Bu huşu ve huzurun tadı hiçbir şeyde yoktur. Çünkü MAsivadan geçmiş ve hak ile huzur elde etmiştir. Bunu dünyada ilmiyle etmesine karşın berzahta aynıyla yaşar. Cennette veya cehennemde ise, hakkıyla yaşar. Cehennemdeki hakkıyla mahrumiyeti hissedişken, cennette hakkıyla sahiplik mevzubahistir. Bunu sonu ise “rıdvanullah” olarak tabir edilmiştir.

“Hüvallahüllezi lâ ilahe illâ Hu” ayetinde ise, hu Allah ismine racidir. Hunun mutlak zata raci olduğu yegâne ayet, İhlas suresinin başındaki “HU”dur. Bunun dışında Kur’anda gelen tüm “HU” işaret zamirleri bağlamında oldukları isme raci olup mutlak zatın seyir âlemindeki içeriklere racidir. Ama İhlas suresinin başındaki “hu” mutlak zata raci olup içeriği ise, insanın anlayabileceği tarzda devamındaki ayetlerde anlatılmıştır.

Yorum yapın