İNSAN MUTLAK SÛRETTE VAR OLAN BİR VARLIKTIR…

İnsan yoktan var edilerek sanal benlik sahibi kılınarak kendisine birimsel bir hüviyet verilmiştir.

Allah insanın uhdesine ayeti kerimede izah edildiği gibi bütün isimleri yani Esma-ı Küllihayı vermiştir.

Zaten o yüzden de halife olmuştur.

İnsan, kendinde serpilmiş olan ilahi isimlerin kendisine dokunulan kadarı ile ve işaret içerikleri ile münderiç olduğun kadar, manalarının özleriyle senkronize olmaya başlar ve ismin içeriğinin rengiyle boyalanır.

İnsan, şuuruna ev sahipliği yapan kalb, beyin ve tüm organlarıyla adını verdiğin bedensel yapı zaten onun esmalarla adlandırılan kuvvelerin belli başlı bileşim oranlarıyla bileşke oluşturmaktan ibarettir.

Onun esmalar ile isimlenen kuvveleri, insan şuuru adı altında bileşke şeklinde hüviyetleşerek nefis oluşturmak suretiyle açığa çıkışı dolayısı ile her bir birim farkındalığına ulaşarak kendi hüviyetine ben der.

Kişi ben diyerek kendine tevdi edilen hüviyetin farkındalığına ererek, bileşkesinin içeriğinin terbiye edilmesini nimete erenler gibi içerik hakkını vermek suretiyle, kendisinden tecelli eden Allah ilminin farkındalığına ererek emanetine sahip çıkar.

Kişiye verilmiş olan sayısız nimetler mevcuttur. Bu nimetleri düşünerek hamdın içeriğini temaşa ederek şükrünü eda eder.

Çünkü gerçekte insan, ister cennete ulaşsın, ister cehenneme ulaşsın, bizzat kendisine benlik verilerek var edilmiş ve sonsuza kadar da var olacaktır.

Varlığını oluşturan bileşimler ise esmalarla içeriği sunulan Allah nurunun ta kendisidir.

Ama zati vücut olarak ise, Allah tüm yarattıklarından münezzehtir.

Bu yönü itibarıyla insan ve tüm varlıklar vücut kokusu bile almamıştır.

Ama ve lakin bu yön, bizi hiç ilgilendirmez. Çünkü biz kesret âleminde var olmuş ve bizler bir birimize göre ve kendi farkındalığımıza göre varız ve bu varlığımız da reel bir varlık olarak hep var olacaktır.

Esma açığa çıkışı deyip tüm âlemleri yani varlığı yok saymak ise, hakikatten uzağa düşmektir.

Zira her ne kadar nurundaki esmalarla isimlenen kuvveler olarak, onun nurunun açığa çıkışı olarak dillendirilirse de, kesret âleminde varlık verilmiş ve bilfiil var olmuştur.

Kesret âlemine göre tüm varlıklar bir birine göre reelken, Allahın nazariyatıyla de o kendi kuvve içeriklerini tüm alemlerde dillendirerek gizli hazinesini yani nurundaki kuvvelerini seyir etmektedir.

Ayrıca insana yönlendirme iradesini de vererek hüviyetini oluşturan kuvve içerik yüzdeliklerini indirip çoğaltma kuvvesine haiz kılınmıştır.

Yaptığı müspet amellerle kuvve içeriği nimete erenler gibi düzenlenirken, yaptığı menfi amellerle kuvve içeriği azaba duçar olanlar gibi kıvam almaktadır.

Ama her hal ve şartta kişiden sadır olan kuvveler Allahın nurunun şuleleri olduğu için de, her hal ve şartta tüm yönleriyle yaratan Allahtır.

Çünkü Allah mülkünün dışında herhangi bir mülk mevzubahis değildir.

Hidayet edersem hidayet üzeresin. Hidayet etmediğim dalalet üzeredir, diyor. Yani sendeki kuvveler hidayete erdirenler gibi kıvam alırsa Allahtan bir hidayet üzerine olursun. Sendeki kuvveler dalaletteki gibi kıvama koyarsan dalalet üzere bir kıvamda olursun.

Zaten dikkat edersen, bir fiile niyet ettiğimizde İNŞALLAH diyerek, her ne kadar istek ve irade bizden çıkmışsa da, inşa etmenin Allaha ait olduğunu dile getiririz.

Her hal şartta mülk Allah’ın olduğu için de yapan Allahtır denilmiştir.

Yoksa hâşâ Allah zorla kişiyi hidayete veya dalalete zorla koyup üzerinde zulüm edici değildir.

İşte ayetlere çıplak mealle bakıldığında, Allahın vermek istediği mesaj doğru anlaşılmaz.

Çünkü her ayetin imiş makamı ayrı ayrıdır.

Hidayet üzerine olduğunun farkındalığını Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimizin itikat ve ameliyle ölçersin.

Dalalet üzerine olduğunu da Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimizin sünnetine seniyyesine uymayarak çözebilirsin.

Çünkü zaten kesrettesin ve bu seyri yapıp ölüm ötesinde Allahın huzurunda mahcup olmamak için yapmak zorundasın.

Evet, Allahın huzuruna çıkacaksın ve hesap vereceksin. Çünkü yaratılmışsın, varsın ve yaşamdan istifade etmektesin.

Mülkiyet hakkın vardır ki, bu İslam’ın temel kaidelerinden biridir. Bunu inkâr edenler İslam çemberini terk etmiştir.

Şirk ancak Allah’a rububiyete, melikiyette ve ulûhiyette ona ortak yapmaktır ki, burada dahi ikilik olup, en büyük tevhit bu ikilikte vahid olana teslimiyette yatar.

Yoksa tevhid, varlıkları Allahın vücuduyla birleştirip panteistlik düşüncesine güzellemeler yapıp ekleyerek, insanı İslam itikadının dışına atmak değildir.

Allahın zati olarak yarattığı varlıklarla bütünleşik olduğunu ifade söylemek veya düşünmek ise, küfürden başka bir şey söylemiş veya düşünmüş olmazsın.

Şu basit “kaldır kendini aradan.” cümleye bakarak da, olayın hangi makamdan haykırışı bilmeden düz mantıkla bakmak, işte küfürden başka sana bir şey vermiş olmayacaktır.

Peki, “kaldır kendini aradan.” olayını nasıl anlayacağız? Bu kaldırmak nasıl bir kaldırmaktı? İşte en zor şey buradaki kaldırmayı anlamaktır.

Olay şu,  tüm yaratılmışlar insan acizdir ve fakirdir. Çünkü hüviyetleri var ama tüm hüviyetleri ve hüviyetlerinin sahip olduğu her zenginlik Allaha aittir.

Kişi kendisindeki gücün kaynağı olarak mutlak yok olan varlıktır.

Yani sahip olduğu kuvvet ve kudreti Allahtan almaktadır.

Kendisindeki tüm güç ve kuvvet mutlak olarak kendisinde yok olduğu için ve tümünü yaratandan aldığı için de, güç ve kuvvetin merkezi olarak kendi hüviyeti değil de, Allahın hüviyeti olarak gördüğünde, işte o zaman kendisini aradan çıkarmış ve yaratanın kuvvet ve kudretini temaşa eylemiştir.

Zira eğer kendisi yok olup hüviyet almış olmasaydı, zaten aradan kaldırılacak biri de olmayacaktı.

Çünkü insan her ne kadar varlığı ve hüviyeti sanarak veya gölge de olsa, sonuçta yaratılan bir hüviyet olarak mevcut edilmiştir.

Dolayısıyla insanı yok olarak düşünmek ve sonra da, yok düşündüğünü kalkıp zihinsel olarak da bu yok olanı yok etmek asla mümkün değildir.

Bu düşünce bir psikolojik vakanın ötesinde de bir şey değildir.

Eğer insan hidayet kelimesiyle anlatılan anlamı açığa çıkartırsa, o açığa çıkışın sonunda, bütün varlıkta her bir benliğin sahip olduğu bağımsız veya özerk bir kuvvet ve kudret değil, Allah’ın esmalarla adlandırılan kuvvelerin açığa çıkışlarını seyreder ve öyle tüm varlığının Allah ile kaim olduğu hakikatine vakıf olursun.

O hakikatleri seyir sonucu ise, esma kuvvelerinin kendindeki seyir ve açığa çıkışlarına ise, her nur kuvvesine sayısız isimler verilebilir ve hissederek isimlendirdiğin sayısız kuvve içeriklerini de tanımlaya bilir ve seyrinin hudutsuzluğunda yüzebilirsin.

Öylece hidayeti bulmuş ve şirkin her türlüsünden uzaklaşmış olursun.

Hidayet üzere karar kılmış olan bilincini ve bilincini oluşturan esmalarla isimlenen kuvvelerin açığa çıkışını, benlik vererek dilediği noktada sanal hüviyetler oluşturup onlardan da ilminin akışını seyrederek hem oluşturduğu benliklere de seyrettirerek ilmiyetinin azametini görüp göstermiştir.

Bu durum karşısında da benlik verilen her bir birimde o esma kuvvelerinin bileşimsel açığa çıkışının kendisine hitap ettiği işlevselliği de müşahede eder ve müşahede ettirir.

Bu müşahede edişin yaratanda ve yaratılanda oluşan tanımlama ise, şahadet’tir…

Bu şahadet için de, şehidellahu diye ayet  işaret etmiştir.

İşte şahadet mertebesi denen olay bu noktada oluşur.

Ve işte o zaman yaratılan benliklerde de kelimeyi şahadet açığa çıkarak dillenmiş olur.

Yusuf süresi 106. ayetteki: “Onlar içinde şirk olmaksızın iman etmezler. Çoğunluğu şirk ile iman ederler!” diye anlattığı bölüm, dillenişte “Bende açığa çıkan her kuvve benim ve bana aittir ve ben müstağniyim” anlayışı şeklinde açığa çıkan, bireysel olarak hakikatten sapan düşünsel saplantıdır.

Oysaki “la havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim”de, tüm havl ve kudretin bireyde ancak Allahın yaratmasıyla olduğu bizlere sunulmuştu.

Şehidallahu hükmünde de zımnen kullanılan ben kelimesi, esma kuvveleriyle oluşan hüviyetten seyrini yapan mutlak hüviyetin öz nurundan açığı çıkan hudutsuzluk görülür.

Dolayısıyladır ki, sana verilmiş, sana bahşedilmiş, sana lütfedilmiş her şey Allah’ın bir lütfü olarak sudur ediyordur.

Dilediğince yarattıklarında dilediği kuvvesi açığa çıkıyor, “yef alu ma yurid” yani dilediği hükmü irade ediyor ve , “yahluku ma yaşa” yani inşa ettiğini de yaratarak ortaya çıkarıyor.

Yani ortada gördüğün tüm varlıklar onun cüzleri değil, onun hükmüyle irade edip, istediğini yaratma sonucu inşa ettiği mülküdür.

Kuran’ı okumaktan amaç bunları görüp şirkin her türlüsünden arınmaktır.

Her an dilediğince, dilediği esma özellikleriyle istediği noktada istediği yaratımını açığa çıkarıp varlık deryasında seyreder.

Bu açığa çıkışıyla da, kişinin kendisindeki imanı örtmesiyle küfür meydana gelir.

Kişinin doğru yolda iskân bulmasıyla hidayeti meydana gelir.

Kişinin her hangi bir noktada noktaya özgü kuvvet zannedişi şirki meydana getirir.

Bir noktanın diğer noktaya baskılama yapması ve karanlığa itmesi zulmü meydana getirir.

Var edilen her noktanın hakkını ve hududunu kendisine sunması ise, rahmeti meydana getirir.

Ama sonuçta her an her noktada açığa çıkan esmalarla işaret edilen kuvveler ve kuvvelerin özellikleri, kendi nurundan başka değildir.

Zatı olarak ise tüm bu oluşumlardan kat’ı olarak münezzehtir.

Ve gerçekte, bağımsız veya kendi kendine oluşan sende, bende veya onda yani herhangi bir varlıkta asla, aslı kendi kendine oluşan, Allahın nuruyla ve ilmiyle ilişkisiz herhangi bir varlık yoktur.

“ahadus samedin” anlamı ise, Allahın mutlak zatıyla alakalı bir tanım olup mahlukatla alakalı değildir.

Onun Ahadiyeti mutlak zatıyla alakalı olup onun zatı dışında ikinci bir mutlak zat mevcut değildir.

Mutlak zatın çocuğu olmadığı gibi, mutlak zat bir anadan doğmamıştır.

Yarattığı mahlûkatta açığa çıkartmak dilediği özelliklere göre, amaca göre, “fıtratallahilletiy feterannasa” hükmünü meydana koyar.

Ve o oluşumu tanımlama babında o oluşumun seyri amacı ve hedefine göre Hidayet veya Dalalet tevhid veya şirk gibi tanımlamaları koyar.

Bu tanımların içeriği ise, kuluna verdiği irade ile kul ister ve isteği doğrultusunda Allah kulun isteği ve yönelişi doğrultusunda yaratımını meydana getirir ve kuluna da sonucunu elbette yaşatır.

Kuluna zerre zulüm etmeden…

Hükmü koyan kendisidir, ama bu hükmünü koyarken kendisi kulunu yarattığı iradeyle olduğu gibi baş başa bırakıp kulunu hükmü dâhilinde özgür bırakmıştır.

Dolayısıyla da dünya bir tiyatro değil, bilfiil gerçek yaşam ve sınav alanıdır.

Yani kendisine hüviyet verdiği esma kuvvelerinin bileşimleri BEN diyerek ortaya çıkar konulan hüküm dâhilinde çabalayarak çabaladığının sonucuna zerre kadar kendisine zulüm edilmeden ulaşır.

Ama tüm güç ve kuvvetini yaratandan alır.

Olayı bilmeyenler ise, kendinde zuhur eden kuvvet ve kudretin ondan ayrıymışçasına bir yaşam şekliyle ortaya koyar ki, bu da şirki hafi olarak adlandırılmıştır.

Bu şekilde kuvvetin ve kudretin kendisine ait olduğunu sanıp kendisini müstağni olarak görüp yaşamını o şekilde ortaya koyuşun daha sonraki adımı ve gelişimi de cehennem hayatı diye tanımlanır.

Bunu anlayıp olduğu gibi fıtratını temiz ederek yaşayan ise, cennete ulaşır. Şirkten arınıp kendisinin olduğu gibi seyir halinin akıbeti ve geleceği cennet olup Cemalullah seyrine kişiyi ulaşacaktır.

Fıtrat temizliği de, ancak Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimizin sünnetine ve yaşam alanına sarılarak oluşur.

A’malık halinin hissiyatının yaşamı ve geleceği ise, öncü olmaktır. Bu da kişi için en güzel mertebedir. Burası da bencilliğin tümüyle söndüğü haldir.

İşte bu a’ma hali Basir ismiyle kişide mana akıntısı açığa çıktığı zaman, zuhur eden kuvvet ve kudretin tümünün kendi kudret ve kuvvetin gayrının olmadığı müşahede alanıdır.

Yerleri ve gökleri hak olarak yarattık meydana getirdik hükmünün kişide tam seyridir.

Sonuç olarak gördüğün ve göremediğin tüm varlığın, esmalar ile isimlenen kuvvelerinin seyrinden başka bir şey olmadığını, her noktada ben diyenin kendisi tarafından yaratıldığı ve Allahın mülki olduğunu anlayıp seyir eder.

Öylece hakkı hak bilip, halkı da hakkın yaratımı olarak bilerek her noktanın hakkını icra eder.

Yorum yapın