AYETEL KÜRSİYE BAKIŞ

Bize rabbimizi tanıtan ayet; ayet-el kürsi…

اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاء وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ ﴿٢٥٥﴾

Okunuşu: Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm(kayyûmu), lâ te’huzuhu sinetun ve lâ nevm(nevmun), lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fil ard(ardı), menzellezî yeşfeu indehû illâ bi iznih(iznihî) ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum, ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe, vesia kursiyyuhus semâvâti vel ard(arda), ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ ve huvel aliyyul azîm(azîmu)

Öz bakış: Allah, başka tanrı yok ancak o, daima yaşıyan, daima diri tutan hayy-ü kayyum o, ne gaflet basar onu ne uyku, göklerdeki ve yerdeki hep onun, kimin haddine ki onun izni olmaksızın huzurunda şafaat edecek? Onların önlerinde ne var arkalarında ne var hepsini bilir, onlar ise onun dilediği kadarından başka ilm-i ilahîsinden hiç bir şey kavrayamazlar, onun kürsîsi bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüp gözetmek ona bir ağırlık da vermez. O öyle ulu, öyle büyük azametlidir.

Derinlemesine bakış: Şimdi bunun derununa doğru adım adım inelim. Bu ayet Allah’ın bize kendini tanıtmasıdır. İhlas süresi ise “hu işaret zamiri ile işaret ettiğimiz mutlak hüviyet” in kendini bize tanıtmasıydı. Yani İhlas suresi “mutlak zat”tan bakış ile, Âyet-el kürsi ise “insandan bakış” ile Allah kendisini bize tanıtır.

Allah diye başlar. Dikkat edersek  Âyet-el kürsi “Allah” diye başlıyor. İhlas süresi ise “HU” diye başlıyor. Allah isminden hemen sonra hu geliyor. Bu “HU” İhlas süresinin başındaki “HU” manasında değildir. Bu “HU” Allah ismine işaret eder. Diğer “HU” ise mutlak zata işaret eder. “Allah hu” yani o Allah, “La ilahe” o yanı sıra tanrı yoktur, “İlla hu” sadece o. Burada şu denmek isteniyor. Senin kendisinde bir güç, kuvvet ve irade gördüğün her bir şey, aslında o şeyin gücü kuvveti değildir. Tüm güç ve kuvvetler Allah’ın o birimlerde kendi güç ve kuvvelerini yaratmak suretiyle tecelli ettirmesiyledir.

Allah’ın zatı için tecelli kelimesini kullanmamız hatadır. Zira Allah münezzehtir. Buradaki tecelliden kasıt, yaratım tecellisidir. Yani bende, sende, dağda, taşta, hayvanda, cinde, melekte veya felekte, her ne güç ve kuvvet zuhur ediyorsa, hepsi onundur. Burada dikkat edersek, önce “Allahu” diyor. Sonra “la ilahe illa hu” diyerek olaya bizi yaklaştırıyor. Senin gördüğün tüm kuvveleri yaratan o’dur yani Allah’ın mülküdür. Aslı ise, tek bir yaratım fıtratı olup, ayrı ayrı fıtrat bürünmeleri şeklinde her bir varlıkta yaratımını sürdürmektedir. Senin kısıtlı duyu organların bunları ayrı ayrı gösterir. Hemen sonra ise, “la ilahe” deniyor. Yani hiçbiri özerk veya bağımsız değildir. “İlla hu” yani tümündeki yaratım tecellisi tek tecellidir. O da Allah’ındır.

Buradaki “illa hu” edatı da Allah ismine işaret eder. Mutlak zata değil. Zaten Allah ismi zatın kendinden kendine tecelli ettiğini ve o tecelliye o ismi verdiğini biliyoruz. İşte tüm oluşumlar tek yaratım tecellisi içinde cereyan eder. Bize göre süre giden bir silsile. Zata göre ise ki;  göre kelimesi dahi aslında zat için kullanılamaz, olay bitmiş gitmiştir. Buna binaen ise, “ilim bir nokta idi, cahiller çoğalttı” dedi Hz. Ali kv.

Devam edelim konuyu dağıtmadan, “El hayy el kayyum“, yani senin kendisinde güç ve kuvvet gördüğün her bir birimin aslı Allah ile hayat alır. Allah ile ayakta kalır. Şimdi bu ilk cümleyi nazargâh edinen insan, tüm tanrılardan vazgeçer. Ve nerede hangi güç ve kuvvet gözüne ilişirse, hemen hafızasına Allah gelir. Der ki; bu güç ve kuvvet Allah’ındır ve hemen teslim bayrağını çeker ve Allah’a teslim olur. Yani Müslüman olur.

Evet devam edelim, “La te’ğuzuhu sinetün velâ nevm”, her birime güç ve kuvvet veren Allah, asla bu güç ve kuvveti verirken ondan ayrı düşmez. Uyuklayarak yani kendini unutarak veya uyuyarak yani birimi kendi başına terk ederek kendi âlemine çekilmez. Hani insan uyuduğunda veya uyukladığında çevreden haberi olmaz ya, işte her birime güç ve kuvvet verip o birimin yapısına göre ondan tecelli ederek yani adil davranarak her birimi ayakta tutan, asla birimi yalnız başına bırakmaz. Zaten bırakırsa, o birim yok olur.

Le hu ma fissemavati ve na fil ard“, le hu onun içindir yani onda var edilen esma manalarının seyri içindir. Göklerde ki her şey ve yerdeki her şey, bu gök ve yer kavramlarını kendi açımızdan tetkik edersek, gök bilinç boyutumuz, yer ise et kemik beden veya ruh bedendir. Yani bedenimizde ve şuurumuzda her ne yaratım tecellisi dahilinde açığa çıkıyorsa, Allah ismiyle kendisini bize tanıtan zatın öz kuvvelerinin oluşturduğu nakış dokumalarının seyri içindir.

Burada çok önemli bir sır vardır gizli gizli. Allah isimlerinin bir tutam nur üzerinde oluşturduğu nakışsal terkipten bahsederiz. Hemen havsalamız düşünceye döner ve der ki tüm manevi âlemimiz onun isimlerinin terkibi de asıl hatayı burada yaparız. Buraya dikkat ederseniz bedenimizin kendisi de, isimlerle işaret edilen manaların bir tutam nurun üzerindeki dokuma sonucu oluşan bileşkeden oluşmuştur. Bedenin devamı olan ruh bedende aynen öyle yaratılmıştır.

Hani deriz ya, zahir ve batın o’dur. İşte zahirimiz ve batınımız onun esmalarının bir tutam olarak onun öz nurundan alınan yaşam cevherinin içindeki bir ışıltının üzerinde oluşturduğu terkiple yani bileşkeyle oluşmuş ve Allah ismiyle kendisini bize tanıtan zatın nurani derununda var olan öz manaları açığa çıkartmak içindir. Zaten onun için de Allah; “Rabbul alemin”dir.

Men zellezi yeşfeu inde hu illa bi iznih“, bu kısım hayat nizamını anlatır. Kim var ki şefaat yani yardım eder de onun indinde onun izni olmadan. Şimdi bir örnekle olayı açalım; her hangi birimizin diğerine yardım edebilmesi için, Allah’ın o kişide yardım edeceğin konuda manalarının yüklü olması lâzımdır. Örneğin, bir vişne ağacından kiraz alamazsın. Alabilmeniz için vişne ağacına kiraz ağacından aşı yapmanız gerekir. Ne zamanki kiraz aşısı yapsanız, ağacınız meyve verir. Zaten onun için biz hidayeti Allah’tan biliriz. Hatta bir kişiyi terbiye etmek için onu dövmeyiz. Onun için dua ederiz. Dua kişide aşılama görevi görür. Olması gerekeni anlatırız. Anlaması için dua ederiz. İşimiz biter. Aşılama olup kişi kendine gelir ise ne ala, gelmezse yapacak bir şey yoktur.

“Makamı mahmud” aşılama işinde ehliyet vermektir. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz,  “makamı mahmud”tan aldığı kuvve ile,  Allah’ın izniyle insanlarda ve cinlerde manevi aşılama kuvvesine haiz olmuştur. Zaten salavat dahi onun için okunur. Onun elindeki aşıyı üzerimize çekmek için. En büyük aşılama yani şefaat da dünyada oluşur.

Ye’lemu mabeyne eydihim ve mâ halfehüm“, Allah elinizde var olanı bilir. Yani sizin açığa çıkardığı tüm mana oranlarının ne kadar olduğunu bilir. Hem de bünyenizde en fazla ne kadar kapasitesiniz varsa onu da bilir. Zaten o sizi var etmişti,  nasıl bilmez ki? Bir Üretici bir bilgisayar üretirse, özelliklerini bilir. Biraz kurcaladı mı içinde ne yüklüyse onu da bilir. Aslında sınav dediğimiz dünya hayatı bizim kendimizi kurcalamamızdır. Allah bize kendimizi kurcalama imkânı verir ki, ne olduğumuz gün yüzüne çıksın. Kıyamette bahane üretmeyelim diye.

Velâ yuhitune bi şey in min ilmihi illa bi ma şa“, her hangi bir birim genelde, özelde ise herhangi bir insan, Allah ilminden, Allah’ın dilemesi dışında bir şey ihata edemez yani kavrayamaz. Hangi birimde her ne açığa çıkıyorsa, Allah’ın istediği kadardır. Bunu bildiğimizde artık kimseye kızamayız. Anlatırız ve geçeriz. Allah kulları bunu bildikleri için kimseye zorbalık yapmazlar. Hatta eşlerine dahi zorbalık kullanmazlar. Bunu bilmeyen perdeliler ise, Allah kullarına laf atıp tutarlar ve kendilerini daha fazla kilitlerler ve artık şefaatin tüm yolları onlara kapanır. Kalpleri kap kara olur. Bir nokta nur kalmaz ki Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, şefaat etsin.

Vesia kürsi yu hu ssemavati vel ard“, onun kürsisi yani esma boyutu ile yer ve gök var edilmiştir. Yer ve gök onun kürsisi içinde kalmıştır. Ve hatta onun kürsisi yer ve gök ile dahi sınırlanamaz. Belki yer ve gök onun kürsisi içindedir. Aynen bir ressamın tablodaki bir fırça boyadan başka bir şey değildir.

Ve la yeudu hu hifzuhu ma“, yer ve göğü kürsisinin içinde, yani esma aleminde barındırması ona zor değildir.

Ve hu vel aliyyül azim“, çünkü  O Arşının hangi noktasında her neyi var etmişse, tümünü bilir. Hem de azimdir yani mutlak güçtür.

Yorum yapın