ÖLÜDEN YARDIM İSTEMEK

Dünyayı terk eden, artık ölüp bitmiştir. Artık dünya ile irtibatı bitmiştir. Doğru evet, ölenin dünya ile irtibatı kesilmiş ve artık onunla bizim aramızda bir berzah vardır.

Peki, “medet sensin ya resulellah” diyen kişiler hata mı etti? Nasıl oldu da zahiri ve batini ilimleri cem edenler, böyle sözler kullanabiliyorlar?

Demek ki işin içinde başka bir iş vardır. Şimdi bunu biraz deşelim…

Şimdi soralım; suya düşen biri olursa, sizden yardım istese, bu şirk mi olur?

Şimdi diyeceksiniz ki bu diridir. Neden şirk olsun?

Doğru bu diridir ve yardım eder.

Peki, siz bir ölmüş birinden yardım dilerken, siz maddi bir yardım mı istiyorsunuz?

Hayır, burada bir maddi yardım isteme söz konusu değildir. Yardım isteyen kişi de biliyor ki, orada ölen beden gelip de ona hiçbir şey veremez.

O zaman olay ne?

Öncellikle bilelim ki; Allah tüm cevheri bize yüklemiştir. Ne ararsak kendimizde aramalıyız. Bize her ne geliyorsa, Allah’tan gelmektedir. Mülk onun ve dilediğini yapmaktadır.

Ama mülkünde birçok hakikatler gizlemiş, o hakikatler ise, insanlık yaşadıkça geçerliliğini devam etmektedir.

Ama biz her şeyi kendimizde ararken birçok defa konsantre olamadığımız için, içsel melekelerimizi faaliyete geçirememekteyiz.

İçsel konsantreyi yakalamak için de, tarihteki yüksek istidatlı kişileri düşünüp, onların yeryüzüne yaydıkları frekansları yakalayarak, konsantremizi pekiştirebiliriz.

Zira eğer ki, tarihteki birçok kişi istimdatla yüksek faydalar elde etmişse ve bunu da bilfiil ortaya koymuşsa, bu olayın yalan olduğunu savunmak kadar da sorunsuz bir açıklama olamaz.

Ama olayın ne olduğu izah etmek bize kalır ki, bu izahı da gözler önüne sermek zorundayız.

İstekte esas olan konu, kişinin kendi içsel melekelerini harekete geçirme potansiyelidir.

Hatta hatta bir müşrikin, putu önünde secde edip dua etmesi ve dualarının da bir çok defa kabul olduğunu görmesi, olayın hakikatini bilmediği için puttan istemeye devam eder ve konsantresini yakalayıp isteğine kavuşur.

İşte tüm mesele, kişinin kendi derunundaki kuvveleri harekete geçirmesi ve amacına öylece ulaşmasıdır.

İçsel melekelerini harekete geçirme olayı, sadece tarihteki yüksek istidatlı kişileri düşünerek de oluşmaz. Aynı zamanda kişi, ani bir heyecanla başaramadığı birçok hususu başarabilir vaziyete gelebilir.

Örneğin Çanakkale savaşında Seyit Onbaşı’nın sırtladığı net kütlenin 215 kilogram olduğunu belirlemiştir. O atıştan sonra Müstahkem Mevki Komutanı, Seyit Ali Onbaşı’dan top mermisi sırtında fotoğraf çekilmesini istedi ancak Seyit Ali Onbaşı ne kadar zorlansa da top mermisini kaldıramadı. Bunun üzerine Harp Mecmuası için ancak tahta bir mermi maketiyle fotoğraf çekilebildi. Fotoğraf, Harp Mecmuası’nın ikinci sayısında yayımlanmıştır.

İşte ani heyecan dahi içsel olan meleki kuvveyi harekete geçirebilir. O anlık heyecan kaybolduğunda, artık önceki an hissettiği o kuvveyi hissedemez olur.

İşte nasıl ki madde de yardım istenilir ve et kemik bedeni diri olan gelip size elini atıp yardım ediyorsa, aynı durum manada da geçerlidir.

Yani siz zihnen bir hakikate ermiş bir kişinin ruhundan istimdat istediğinizde, onun ruhaniyeti sizin ruhaniyetinizi etkiler.

Ama bu etkileme, o kişinin gelip size bir şeyler vermesi değil, sizin kendinizi onun ruh dünyasına adapte etmenizle mümkündür.

Yani kişi kendi ruh dünyasını dünyadan hakikatlere ererek ölmüş bir kişiye açarsa, o kişinin dünyadayken yaydığı yüksek nuraniyet, sizin nuraniyetinizi etkilemeye başlar. Ve bu etkileme ta onun mevnut ruh dünyasına kadar uzar gider.

Bir de bakarsınız ki daha önce güç yetiremediğiniz birçok hususa güç yitirir olursunuz. Yani olay onun size yardım etmesi değil, sizin kendi içsel meleki gücünüzü devreye almanızdır. Tüm olay da bundan ibarettir.

Olayı izaha devam edelim…

Kişi tarihteki başarılı bir tüccarın ruhuyla istimdata geçip senkronize olunursa, kişideki ticaret melekeleri faal olmaya başlar.

Aynı olay tüm insanlık için geçerlidir. Yani tarihteki herhangi bir zulmani kişiye de istimdat edildiğinde, onun hayattayken doğaya yüklediği zulmet, bizim ruhumuzu sarar ve onun gibi olmaya başlarız. Onun için de küffar ehlinin mezarına oturmayı ayeti kerime men etmektedir.

Onlardan ölen birinin namazını hiçbir zaman kılma, mezarı başında da durma. Çünkü onlar, Allah’a ve Elçisine inkâra sapmışlar ve fasık kimseler olarak ölüp bu dünyadan imansız ayrılmışlardır. (Tövbe süresi 84)

Demek ki ölen kişinin etkisi, vardır ve ayeti kerime de bu hususa işaret ederek kâfir olarak dünyayı terk edenlerin mezarlarına durmamayı emretmektedir.

Çünkü mezar yeri, kişi için konsantrenin en yoğun yaşandığı mahallerdir. Direk kişinin sahip olduğu ruhaniyet ile zihin bağ kurmakta ve zulümlerinden kendisine aynalama yapmaktadır. Öylece daha önce başaramadığı birçok hususu başarır duruma gelir.

Evet, ölüden yardım gelmez, ama diriden yardım gelir. Ama mesele şurada, ölü kim ve diri kim?

Peygamberimiz sav şu anda ölü mü?  Yani bizim dünya ile hiç mi hiç manevi irtibatı yok mu? Hiç mi haberi olmaz?

Salâvat veririz, bu salâvatlar ona hiç mi ulaşmaz? Şehitler ölmüyorsa, Allah’ın katında diriyse, şehitlerin bir üstü olan sıdıklar ve sıddıkların bir üstü olan peygamberler nasıl olur da ölmüş gitmiş ve irtibatları sıfırlanmış olabilir?

Manaya inanmıyor olabilirsiniz, ama emin ol ki, mana ilmi bu zahiri ilimden çok daha canlıdır.

Ölüden ölüye fark vardır. Kimi yasarken ölür, kimi öldükten ahrete intikal ettikten sonra da dünyada iletişimine devam eder.

Ahrete intikal eden kişiyle bağlantı kurabilen dünyada olan kişide yardim almaya devam eder.

Evet, ölü derken kalbi ölü, diri derken kalbi diri olandır bizim amacımız. Kalbi ölü olan ne dünyada ne de ahrette yardım edebilir.

Dünyada velev ki yardım etse, minnet eder. Kalbi diri olan ise, hep yardım eder.

Ama her hal ve şartta yardım kişinin kendi özündeki ekili alandan kendisine ulaşır. Yani mana ilminde kimseye kimseden fiili yardıma gelmez. Sen yardımı Bi-iznillah ortaya çıkarırsın.

Olayı bilmek lazımdır. İncelikleri bilmek lazımdır. Yani onların ruhaniyetinden güç alırsın ve kendin başarmaya başlarsın.

Örneğin, aile büyüğü evdeyse, kişi kendisini güvende hisseder. Meğerki aile büyüğü ayağı eli felçli olsun. Kişi peygamberi sav düşününce, manevi güç hisseder. İslam’ın büyüklerini düşününce, manevi güç hisseder. Bu hissi gene kendisinde hisseder.

İşte İslam büyüklerinden olan meded nidaları, tümü olayı somutlaştırarak o gücü kendilerinde hissetmek içindir. Elbette o büyüklerin güçleri de var.

Örneğin bir firavun düşünülüp nurani bir güç hissedilmez. Çünkü nurani gücü sıfırdır. Ancak zulmani beslenmesi ulaşır. Çünkü tüm kainat diridir. Ve capcanlı bir düzen içinde yer almaktayız.

Ama bir şeyh Abdulkadir geylani gibi İslam’ın büyüğü düşünülüp kendisinde nurani güç hissedilebilir.

Yoksa hâşâ işte ey falan kişi, haydi gel kolumu tut götür manasında değildir.

Meded ya rasulellah denilince, yani peygamberimizin o büyük maneviyatını kendinde hissederek, öylece kendisinde oluşan gücü kuvveden fiile çıkarış söz konusu olur.

Ama buradaki husus bu anlattığımız yönüyledir. Elbette ki, Allah dilerse, onu da istediği kuluna yaptırır.

Örneğin arabasının AKÜ’sü zayıflanınca, arabanın motoru çalışmaz, ama takviye edersen çalışır. Öylece kişi kendi aracının motorunu çalıştırır. İşte mana büyükleri, zihinsel olarak nuraniyetleri ile takviye ederler.

Mana büyüklerimizin vesilesi ve manevi gücü ile Allaha tam bir teslimiyet ve hissediş oluşur.

Her şeyin anahtarı teslimiyettir. Kendi bencilliği bıraktığın an geliyor tüm güzellikler. Tüm güzellikler ve istenenler ve o anda da hissedilir. Tam teslimiyet, bu kişiye açar tüm kerametleri.

En büyük teslimiyet, kin ve öfkeni yutmaktır. Yutulan yemek mideye iner ve gözden kaybolup gider. İşte kin, nefret, öfke yutmak demek, o anda sinirine hâkim olmak ve hemen akabinde de unutup gitmek.

İşte böylece kişide teslimiyet kökleri inmeye başlar. Çünkü insan merkezdedir ve bir ampul gibi etrafına aurasını yayar ve auranın şekline göre de kişi ve olaylarla karşılaşır.

Olayın farkında olan, karşısına çıkanın kendi çıkarması olduğunu bilir sınavını geçer. Olayın farkında olmayan ise, karşısına çıkanı nerden çıktın karşıma diyerek cehennemini yaşar.

Cennet ve cehennem daha dünyadayken başlar. O yüzde de ayette der ki, rabbimin makamından korkana iki cennet vardır.

Rabbinin diyor, dikkat edin. Yani terbiye alanını düzenlerken, çirkin düzenlemekten korkan… Çünkü sonuçta karşısına çıkarır rabbi… Onun için de kendisini azaba atmayacak şekilde rububiyet alanını düzenler.

Dünyası cennet olur, ahreti cennet olur. Dünyası cennet olur derken, millet yanlış anlıyor. Sanki son derece dünyevi konfora ulaşacakmış gibi sanır.

Hayır, bakın çevrenize, son derece dünyevi lükste yaşayanın gönül dünyası tarumar olmuş durumda. Çünkü dünyevi meşguliyetler, ona allah zikrini unutturmuş durumda. Depresyon ilacı veya bir takım uyuşturucularla kendisini avutur durur.

Bu cennet değildir. Cennet, gönlün huzurudur, kalbin huzurudur, ruhun huzurudur.

İşte bunu dünyevi meta getirmez. Bunu ruhun rabbiyle buluşması getirir. Bunu göğüs kafesimizdeki beş his merkezinin yani letaifin Allah ile meşk etmesi getirir.

Kalbin Allah etrafında hu deyip dönmesi getirir. Ruhun ona bakması, sırrın o yönde ilham akıtması, hafinin bu hissetirmesi ve ahfanın bununla bütünleştirmesi getirir.

Öylece insanın enfusu cennete ulaşır. Üzerinde kamıştan ev altında hasır ve yastığı taş olsun, o dünyada cennetini yaşıyordur.

Ah keşke bu olayları hakkıyla idrak edip ettirebilsek, ahu ah… Gerçekten izah etmede çok zorlanıyoruz.

Çünkü bizim bildiklerimizin tersinde tüm bu sevdalar akla mantığa ters geliyor, sonra da beşeri aklın girdabıyla yolumuza devam ederiz. Sonra da neden mutluluk beni bulmuyor deyip dururuz.

Dünyayı terk eden, artık ölüp bitmiştir. Artık dünya ile irtibatı bitmiştir. Doğru evet, ölenin dünya ile irtibatı kesilmiş ve artık onunla bizim aramızda bir berzah vardır.

Peki, “medet sensin ya resulellah” diyen kişiler hata mı etti? Nasıl oldu da zahiri ve batini ilimleri cem edenler, böyle sözler kullanabiliyorlar?

Demek ki işin içinde başka bir iş vardır. Şimdi bunu biraz deşelim…

Şimdi soralım; suya düşen biri olursa, sizden yardım istese, bu şirk mi olur?

Şimdi diyeceksiniz ki bu diridir. Neden şirk olsun?

Doğru bu diridir ve yardım eder.

Peki, siz bir ölmüş birinden yardım dilerken, siz maddi bir yardım mı istiyorsunuz?

Hayır, burada bir maddi yardım isteme söz konusu değildir. Yardım isteyen kişi de biliyor ki, orada ölen beden gelip de ona hiçbir şey veremez.

O zaman olay ne?

Öncellikle bilelim ki; Allah tüm cevheri bize yüklemiştir. Ne ararsak kendimizde aramalıyız. Bize her ne geliyorsa, Allah’tan gelmektedir. Mülk onun ve dilediğini yapmaktadır.

Ama mülkünde birçok hakikatler gizlemiş, o hakikatler ise, insanlık yaşadıkça geçerliliğini devam etmektedir.

Ama biz her şeyi kendimizde ararken birçok defa konsantre olamadığımız için, içsel melekelerimizi faaliyete geçirememekteyiz.

İçsel konsantreyi yakalamak için de, tarihteki yüksek istidatlı kişileri düşünüp, onların yeryüzüne yaydıkları frekansları yakalayarak, konsantremizi pekiştirebiliriz.

Zira eğer ki, tarihteki birçok kişi istimdatla yüksek faydalar elde etmişse ve bunu da bilfiil ortaya koymuşsa, bu olayın yalan olduğunu savunmak kadar da sorunsuz bir açıklama olamaz.

Ama olayın ne olduğu izah etmek bize kalır ki, bu izahı da gözler önüne sermek zorundayız.

İstekte esas olan konu, kişinin kendi içsel melekelerini harekete geçirme potansiyelidir.

Hatta hatta bir müşrikin, putu önünde secde edip dua etmesi ve dualarının da bir çok defa kabul olduğunu görmesi, olayın hakikatini bilmediği için puttan istemeye devam eder ve konsantresini yakalayıp isteğine kavuşur.

İşte tüm mesele, kişinin kendi derunundaki kuvveleri harekete geçirmesi ve amacına öylece ulaşmasıdır.

İçsel melekelerini harekete geçirme olayı, sadece tarihteki yüksek istidatlı kişileri düşünerek de oluşmaz. Aynı zamanda kişi, ani bir heyecanla başaramadığı birçok hususu başarabilir vaziyete gelebilir.

Örneğin Çanakkale savaşında Seyit Onbaşı’nın sırtladığı net kütlenin 215 kilogram olduğunu belirlemiştir. O atıştan sonra Müstahkem Mevki Komutanı, Seyit Ali Onbaşı’dan top mermisi sırtında fotoğraf çekilmesini istedi ancak Seyit Ali Onbaşı ne kadar zorlansa da top mermisini kaldıramadı. Bunun üzerine Harp Mecmuası için ancak tahta bir mermi maketiyle fotoğraf çekilebildi. Fotoğraf, Harp Mecmuası’nın ikinci sayısında yayımlanmıştır.

İşte ani heyecan dahi içsel olan meleki kuvveyi harekete geçirebilir. O anlık heyecan kaybolduğunda, artık önceki an hissettiği o kuvveyi hissedemez olur.

İşte nasıl ki madde de yardım istenilir ve et kemik bedeni diri olan gelip size elini atıp yardım ediyorsa, aynı durum manada da geçerlidir.

Yani siz zihnen bir hakikate ermiş bir kişinin ruhundan istimdat istediğinizde, onun ruhaniyeti sizin ruhaniyetinizi etkiler.

Ama bu etkileme, o kişinin gelip size bir şeyler vermesi değil, sizin kendinizi onun ruh dünyasına adapte etmenizle mümkündür.

Yani kişi kendi ruh dünyasını dünyadan hakikatlere ererek ölmüş bir kişiye açarsa, o kişinin dünyadayken yaydığı yüksek nuraniyet, sizin nuraniyetinizi etkilemeye başlar. Ve bu etkileme ta onun mevnut ruh dünyasına kadar uzar gider.

Bir de bakarsınız ki daha önce güç yetiremediğiniz birçok hususa güç yitirir olursunuz. Yani olay onun size yardım etmesi değil, sizin kendi içsel meleki gücünüzü devreye almanızdır. Tüm olay da bundan ibarettir.

Olayı izaha devam edelim…

Kişi tarihteki başarılı bir tüccarın ruhuyla istimdata geçip senkronize olunursa, kişideki ticaret melekeleri faal olmaya başlar.

Aynı olay tüm insanlık için geçerlidir. Yani tarihteki herhangi bir zulmani kişiye de istimdat edildiğinde, onun hayattayken doğaya yüklediği zulmet, bizim ruhumuzu sarar ve onun gibi olmaya başlarız. Onun için de küffar ehlinin mezarına oturmayı ayeti kerime men etmektedir.

Onlardan ölen birinin namazını hiçbir zaman kılma, mezarı başında da durma. Çünkü onlar, Allah’a ve Elçisine inkâra sapmışlar ve fasık kimseler olarak ölüp bu dünyadan imansız ayrılmışlardır. (Tövbe süresi 84)

Demek ki ölen kişinin etkisi, vardır ve ayeti kerime de bu hususa işaret ederek kâfir olarak dünyayı terk edenlerin mezarlarına durmamayı emretmektedir.

Çünkü mezar yeri, kişi için konsantrenin en yoğun yaşandığı mahallerdir. Direk kişinin sahip olduğu ruhaniyet ile zihin bağ kurmakta ve zulümlerinden kendisine aynalama yapmaktadır. Öylece daha önce başaramadığı birçok hususu başarır duruma gelir.

Evet, ölüden yardım gelmez, ama diriden yardım gelir. Ama mesele şurada, ölü kim ve diri kim?

Peygamberimiz sav şu anda ölü mü?  Yani bizim dünya ile hiç mi hiç manevi irtibatı yok mu? Hiç mi haberi olmaz?

Salâvat veririz, bu salâvatlar ona hiç mi ulaşmaz? Şehitler ölmüyorsa, Allah’ın katında diriyse, şehitlerin bir üstü olan sıdıklar ve sıddıkların bir üstü olan peygamberler nasıl olur da ölmüş gitmiş ve irtibatları sıfırlanmış olabilir?

Manaya inanmıyor olabilirsiniz, ama emin ol ki, mana ilmi bu zahiri ilimden çok daha canlıdır.

Ölüden ölüye fark vardır. Kimi yasarken ölür, kimi öldükten ahrete intikal ettikten sonra da dünyada iletişimine devam eder.

Ahrete intikal eden kişiyle bağlantı kurabilen dünyada olan kişide yardim almaya devam eder.

Evet, ölü derken kalbi ölü, diri derken kalbi diri olandır bizim amacımız. Kalbi ölü olan ne dünyada ne de ahrette yardım edebilir.

Dünyada velev ki yardım etse, minnet eder. Kalbi diri olan ise, hep yardım eder.

Ama her hal ve şartta yardım kişinin kendi özündeki ekili alandan kendisine ulaşır. Yani mana ilminde kimseye kimseden fiili yardıma gelmez. Sen yardımı Bi-iznillah ortaya çıkarırsın.

Olayı bilmek lazımdır. İncelikleri bilmek lazımdır. Yani onların ruhaniyetinden güç alırsın ve kendin başarmaya başlarsın.

Örneğin, aile büyüğü evdeyse, kişi kendisini güvende hisseder. Meğerki aile büyüğü ayağı eli felçli olsun. Kişi peygamberi sav düşününce, manevi güç hisseder. İslam’ın büyüklerini düşününce, manevi güç hisseder. Bu hissi gene kendisinde hisseder.

İşte İslam büyüklerinden olan meded nidaları, tümü olayı somutlaştırarak o gücü kendilerinde hissetmek içindir. Elbette o büyüklerin güçleri de var.

Örneğin bir firavun düşünülüp nurani bir güç hissedilmez. Çünkü nurani gücü sıfırdır. Ancak zulmani beslenmesi ulaşır. Çünkü tüm kainat diridir. Ve capcanlı bir düzen içinde yer almaktayız.

Ama bir şeyh Abdulkadir geylani gibi İslam’ın büyüğü düşünülüp kendisinde nurani güç hissedilebilir.

Yoksa hâşâ işte ey falan kişi, haydi gel kolumu tut götür manasında değildir.

Meded ya rasulellah denilince, yani peygamberimizin o büyük maneviyatını kendinde hissederek, öylece kendisinde oluşan gücü kuvveden fiile çıkarış söz konusu olur.

Ama buradaki husus bu anlattığımız yönüyledir. Elbette ki, Allah dilerse, onu da istediği kuluna yaptırır.

Örneğin arabasının AKÜ’sü zayıflanınca, arabanın motoru çalışmaz, ama takviye edersen çalışır. Öylece kişi kendi aracının motorunu çalıştırır. İşte mana büyükleri, zihinsel olarak nuraniyetleri ile takviye ederler.

Mana büyüklerimizin vesilesi ve manevi gücü ile Allaha tam bir teslimiyet ve hissediş oluşur.

Her şeyin anahtarı teslimiyettir. Kendi bencilliği bıraktığın an geliyor tüm güzellikler. Tüm güzellikler ve istenenler ve o anda da hissedilir. Tam teslimiyet, bu kişiye açar tüm kerametleri.

En büyük teslimiyet, kin ve öfkeni yutmaktır. Yutulan yemek mideye iner ve gözden kaybolup gider. İşte kin, nefret, öfke yutmak demek, o anda sinirine hâkim olmak ve hemen akabinde de unutup gitmek.

İşte böylece kişide teslimiyet kökleri inmeye başlar. Çünkü insan merkezdedir ve bir ampul gibi etrafına aurasını yayar ve auranın şekline göre de kişi ve olaylarla karşılaşır.

Olayın farkında olan, karşısına çıkanın kendi çıkarması olduğunu bilir sınavını geçer. Olayın farkında olmayan ise, karşısına çıkanı nerden çıktın karşıma diyerek cehennemini yaşar.

Cennet ve cehennem daha dünyadayken başlar. O yüzde de ayette der ki, rabbimin makamından korkana iki cennet vardır.

Rabbinin diyor, dikkat edin. Yani terbiye alanını düzenlerken, çirkin düzenlemekten korkan… Çünkü sonuçta karşısına çıkarır rabbi… Onun için de kendisini azaba atmayacak şekilde rububiyet alanını düzenler.

Dünyası cennet olur, ahreti cennet olur. Dünyası cennet olur derken, millet yanlış anlıyor. Sanki son derece dünyevi konfora ulaşacakmış gibi sanır.

Hayır, bakın çevrenize, son derece dünyevi lükste yaşayanın gönül dünyası tarumar olmuş durumda. Çünkü dünyevi meşguliyetler, ona allah zikrini unutturmuş durumda. Depresyon ilacı veya bir takım uyuşturucularla kendisini avutur durur.

Bu cennet değildir. Cennet, gönlün huzurudur, kalbin huzurudur, ruhun huzurudur.

İşte bunu dünyevi meta getirmez. Bunu ruhun rabbiyle buluşması getirir. Bunu göğüs kafesimizdeki beş his merkezinin yani letaifin Allah ile meşk etmesi getirir.

Kalbin Allah etrafında hu deyip dönmesi getirir. Ruhun ona bakması, sırrın o yönde ilham akıtması, hafinin bu hissetirmesi ve ahfanın bununla bütünleştirmesi getirir.

Öylece insanın enfusu cennete ulaşır. Üzerinde kamıştan ev altında hasır ve yastığı taş olsun, o dünyada cennetini yaşıyordur.

Ah keşke bu olayları hakkıyla idrak edip ettirebilsek, ahu ah… Gerçekten izah etmede çok zorlanıyoruz.

Çünkü bizim bildiklerimizin tersinde tüm bu sevdalar akla mantığa ters geliyor, sonra da beşeri aklın girdabıyla yolumuza devam ederiz. Sonra da neden mutluluk beni bulmuyor deyip dururuz.

Yorum yapın