MUTLAK ZAT HAKKINDA

Allah zatı itibariyle dışsallığımız veya içselliğimiz olamaz. Yani Allah’ın mutlak zatı dediğimizde, Allah adıyla Allah’ın mutlak zatına işaret ediyoruz.

İşte mutlak zat dediğimizde, bu bizim içimizde veya dışımızda bir mevhum olamaz veya bir kavram olamaz. Çünkü mutlak zat her oluşumdan münezzehtir.

Biz Allah’ı sıfat ve manalarıyla seyrederiz. Zatıyla asla seyredemeyiz. Çünkü zati zevk seyir hali bile, insanda var olan onun özelliklerinden dolayıdır. Öylece insan, zati zevk seyrine dalabiliyor.

İşte zati zevk seyri bile, bizde saklı edilen ruhullahın bizden dokundurduğu güzelliklerdir.

Cemalullah’a dalıyoruz ya, Cemalullah’ın seyrine dalıyoruz ya, aslında bu seyir bizde üflenen ruha bakışımızdır. “Beni benden sorma ben bende değilim; bir ben vardır bende benden içero” denilen, “yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığıyorum” diyor ya, işte o kalbe sığılan şey, (şey demek dahi hata), Allahın kuluna üflediği ruh münasebetiyledir.

Kişinin zati seyre dalması, kendisindeki o ruhun güzelliklerine dalmasıdır. Yoksa ötelerde beride, içerde dışarıda, bir yerlerde, gidip Allahın zatını görüyor anlamında değildir. Zaten bu muhaldir.

Asla ve asla dışsal veya içsel bir seyir değildir. Zaten onun için de zati zevk seyrine ulaşan, bu seyrini asla dile getiremez. Peki, zati zevk seyrine ulaşan bunu niye dile getiremez?

Çünkü her bir insan ancak kendisine üflenen ruhtaki güzelliklere muttali olabilir. Birisi ermiş olduğu, muttali olduğu güzellikleri anlattığında, olayın farkında olmayanlar sanki dışarıda veya içerde birisinden bahsediyor gibisine gelir. O da, dışarıda veya içerde birilerinin arayışına çıkar.

Oysaki kendisine üflenen ruh, kendi varlığını ortaya çıkaran ruh. Kendisine benliği veren ruh ileydi. Kendi varlığı o ruh ile kaimdi, o ruh ile daim idi, o ruh ile ayakta idi, o ruh ile hay idi, o ruh ile kayyum idi. Gidip onu dışarıda, içerde veya başka bir yerde aramanın, herhangi bir esperisi de olamaz.

Zaten onun için de, zati zevk seyrine ulaşan, bu seyrini asla dile getiremez. Dile döküldüğünde sanki dışarıdaki veya içerideki birinden bahsediliyormuş gibi oluyor.

Olayın hakikatini hissetmeden, olayı sırf aklıyla çözüp, anlamak isteyenleri, imandan uzaklaştırmamak için de, zat hakkındaki tüm anlatımlar ve düşünceler yasaklanmıştır.

Nefsinin iteklemesine edemeyip, edindiği zevki anlatanlar ise, o zevkten uzağa düşerler. Çünkü hava atmış olur. Bilelim ki mana yolunda hava atan hava alır.

Mahrum kalmasının sebebi ise, muhatabın gözü onun aldığı tatta kalır. Hem muhatap olayı bilmediği için dışarıdan aklıyla yürümeye çalışır. Böylece muhatabın ruh dalgaları onu bloke eder. İşte gene olayı umursamadan ortalığa saçan kötülüğü kendi kendine eder.

Zaten tarihteki birçok ilim ehli, bunu hikâyelerdeki rumuzlarla anlatmışlardır. Hikâyeyi çöz, özüne ulaş demişlerdir. Çünkü bunun başka bir anlatımı söz konusu olamaz.

Hikâyelerle, bilmem Anka kuşuymuş, bilmem Kaf dağıymış, bilmem işte Mevlana Celalettin-i Rumi’yle bu şems arasında, işte oluşan hikâyeler ve birçok zaten hayatından nakşedilen kıssalar…

Tüm kıssalar bizi o muhteşem ruha ulaştırmak için ve bizi uyandırmak için anlatılmışlardır.

Divanı kebire bakın, Mevlana’nın mesnevisine bakın, birçok evliyanın kitaplarına bakın, ana tema, ana konu işte o üflenen ruha ulaştırmak içindir.

Allahın mutlak zatı bizden münezzehtir. Hiç bir akıl, hiç bir fikir, hiç bir izan ona ulaşamaz. O bize bizden yakındır; üflediği ruh itibariyle. Çünkü o ruh onundur.

Evet, tabi ki bizler varlığımızı nuri muhammediye den varlığını aldığımız için, nuri muhammedi de onun nurundan bir nokta nur olduğu için, biz onun nuruyla var edildik.

Onun için de bilelim ki bizler ve tüm varlık âlemi onun zatıyla değil, onun nuruyla var edildi. Onun nuruna onun ilmi diyenler de vardır. Olay aynı olaydır. İçerik aynı içeriktir.

Bu itibarla, Allah velisi dediğimizde acaba ne kastediyoruz… Çok sır değil mi? Aslında apaçık ortada… Sır filan değil.

Allah, zatın özel adıdır ki, kendisine o adı layık görmüştür. Biz kendimizdeki ruhullaha, ancak o isimle ulaşırız. Biliyor musunuz? Başka da bir isim söylediğimizde, bize dönüp bakmaz bile.

Nasıl ki önünüzde Ahmed isimli biri yürüyorsa, siz ona ‘’Ali Ali Ali’’ diye çağırsanız, o dönüp size bakmaz, çünkü onun adı Ahmet’tir. Birisinin adı Zeynep ise, ‘’Ayşe Ayşe Ayşe’’ diye çağırsanız, dönüp bakmaz bile. Çünkü adı Zeynep’tir.

Her bir varlık kendisine ait özel bir isimle tanımlanır. İşte mutlak zat, bize kendisini Allah olarak tanıtmıştır. Biz ancak Allah ismiyle ona el açabiliriz, ona yönelebiliriz. Kendimizdeki o deruni nefesi ancak o isimle teneffüs edebiliriz.

O ismin özelliklerini kendimizde açığa çıkararak, onun muhteşem güzelliğini his edebiliriz. Başka da bir şey olamaz.

İşte tüm güzelliklere ermek için zikir şarttır. Zikrin dışında bir ikinci bir yol mevzu bahis olamaz. Her amel kendi içinde ayrı bir zikri ihtiva eder. Namaz baştan sona zikirdir. Oruç baştan sona zikirdir. Zekât ayrı zikir hac ayrı zikirdir.

Hem haramlardan korunurken de yaptığımız eylem zikirdir. Örneğin zinadan korunurken deriz ki, ben zevki Allah için terk ediyorum. Veya faiz alıp vermeyi terk edince, aynen der ki, ben bu fiili Allah için terk ediyorum. Bakınız işte, her haramın terki bile Allah zikrine giriyordur.

Ayrıca Allah’ın doksan diye bize bildirilen esmalarını belli bir düzen içinde zikrederek, kendimi bünyemize ekilen mana kuvvelerini yeşerterek hakikati hissetmeye yaklaşırız.

Zikir olmadan tüm okuduklarımız felsefe olarak bizde kalacak ve olayın hakikatının verdiği sonsuz zevke asla ulaşamayacağız.

Yorum yapın