EY VARLIĞA ALLAHIN TA KENDİSİ DİYEN…

Varlıkta gördüklerimiz ne? Allah ile irtibatımız ne? Biz neyiz ve nerde var edildik? Neden her insan yolundan memnun? Yaratım planımız ve yaratım sistemiz ile ilişkimiz nedir?

Hakikatin izinde Kur’anın açılımını bilmek için temel prensibi bilmek zorundayız.

Temel prensip ise, bizim yaratılış planımızdır. Çünkü insan yaratılış planını bilmezse, içinde var edildiği sistemi de bilmeyecektir.

İstediğin kadar durumu izah et, gene de kendi bildiği üzerinden bir projekte yapacak ve gene kendi bilgisi üzerinde olaya bakarak çıkmazlara girecektir.

İşte çıkmazlara girmemek için öncelikle çıkış noktasını ve girdiği yolun doğru yol olması gerektiği prensibini iyice irdelemek gerekir.

Çünkü insanın mayasına işlenen musavvir güç, kişi hangi yola girerse girsin, o yolunu; sahip olduğu kendisine üfelenilen Ruhtan dolayı, teşbihin şiddetiyle doğru addeder. Ve öylece zevklenmeye başlar. İşte bunu dünyadaki tüm akımlarda görmekteyiz.

Hatayla ilerlememek için öncellikle varlığın köküne inelim ve sonra da oradan kendimize doğru uzanıp gelelim inşallah…

Varlığa iki yönlü bakılır. Biri mutlak var olan, diğeri ise mutlak var olanın varlık verdiği…

Mutlak var olan, kendisinin zatını mutlak olarak, ne olup olmadığını tefekkür edip tümüyle gözlemlemek, olanaksızdır.

Çünkü misli dengi benzeri yoktur ki kıyas yapılarak varılsın. Çünkü insan aklı ancak elindeki donelerden yola çıkarak hedefini aydınlığa çıkarır.

İnsan, iki yönlü bilinmezlere ulaşır. Biri akıl ile diğeri ise iman yani inanç ile. İşte Allah’ı seyir etmenin akılla mümkün olduğunu söylemek mümkün olmadığı için, bize ikinci yön açılıyor. Bu da iman ile…

İman kalpte yanan bir meşale gibidir. Aydınlık yaptıkça yapar. Ama bu aydınlığı da doğru yöne çevirip öylece yüründüğünde kişiyi hedefine vardırır.

Zira iman, öyle bir olgudur ki, kişi samimiyetle hangi yöne iman edip yürüse, kendisindeki şekillendirme kuvvesi hemen devreye girer ve yürüdüğü yolda kendisini yürütür.

Sonra da yürüdüğü yolundan zevk alır. Ve yolunun gerçekliğini addederek kendisini yoluna adar.

Eğer kişi, yürüdüğü yolunda zevk almazsa, bir gider iki gider, sonrada başka yöne yönelir.

Zira kişi her yaptığı işten zevk alıp öylece yükselmek ister. Bu maddi planda böyle olduğu gibi, manevi planda da aynıdır.

Örneğin hangi tesisin yemeği damağında tad bırakıyorsa, her yola çıktığında, aynı tesiste durur. Zira yemek için dahi tadına göre yolunu seçer.

İşte manevi yolda da aynı tad söz konusudur. Kişi hangi mecrayı seçerse seçsin, kendisindeki musavvire nakış gereği, rububiyet alnından yükselen terbiye gereği, zevk alır. Ama zevk aldı diye de yolu doğrudur denemez.

Onun için de kişi imani perspektifle yüründüğünde, elinde bir kılavuz olmak zorundadır. Eğer ki kılavuz olmazsa, kişi bozuk yola sapar, zevk alır ve yolunun doğru olduğunu düşünerek öylece yürüyüp dünyasını noktalar.

İşte esas mesele, ölümden sonra başlar. Çünkü insan, imani konuları irdelerken, tümünü metafizik üzerine kurgulayarak yürür.

Ölüm ötesi yaşam ise, zaten bu dünyaya göre metafiziktir. Yani ruh bu fizik âlemi terk ettikten sonra, başına gelecek hallerle karşı karşıya kalacaktır.

Eğer ki bu et kemik bedende yaşarken, metafizik olan tarafını gereği, gibi dizayn etmemişse, et kemik bedeni terk ettiği anda, o tarafın gerçekleri ile baş başa kalacaktır.

Bizim bu et kemik bedenimiz iki yönlü üretim yapar. Biri fizik, yani görünen; diğeri metafizik, yani görünmeyen…

İşte et kemik beden öldükten sonra, bu et kemik beden bizdeyken nasıl ki fiziki dünyamızı aklımızla dizayn ediyoruz; aynen öyle de metafizik dünyamızı imanla dizayn ediyoruz.

İşte metafizik dünyamızı göremediğimiz için, bizim için neyin faydalı neyin zararlı olduğunu aklımızla anlayamayız.

İşte burada yaratıcı yarattığını yalnız bırakmıyor ve nasıl iman etmesi gerekiyorsa, bunu peygamberleri vasıtasıyla insanlıkla paylaşıyor.

Bu kısa bilgiden sonra bilelim ki… Evet, evet öncellikle bilinmelidir ki; varlık yaratılmıştır ve mahlûktur. Yaratan ise, yarattığı değildir. Ne aynada görünen Allah’tır. Ne de ayna Allah’tır. Allah ne yansımıştır ne de yansıtılmıştır. Mutlak manada böyle bir şeyin oluşması, mümkün değildir.

Allah mahlûkatını yaratırken, kendi zatından bir cüz ile yaratmamıştır. Ama kendisiyle kaim olarak var eylemiştir.

Baksanıza Zuhruf suresi 15. Ayete, şöyle der; “Kendi kullarından O’na bir cüz kıldılar. Doğrusu insan, açıkça nankörlük etmektedir.

Peki, kaim olmak ne demektir? Kaim olmak yani onunla tutunmak demektir. Kaimlik olayında yaratan ve yaratılan mevzubahistir. Yoksa kaim olmanın anlamı kalmaz.

Vahdet ilmiyle meşgul olanlar, olayın bizzat içinde olup işin kendisi olması yerine, genellikle musavvir gücüyle hafsalında şekillendirdiği, üflenilen ruhun şiddetiyle bu şekillendirdiğini gerçek sanmasıyla gerçekleşir.

İşte burada genel itibariyle ayaklar kayar. Zira kalbine ilhamlar akar ve ilhamları da gerçek sanarak musavvir gücüyle daha da şiddetli şekillendirmekte ve kendisini çok daha özel addederek artık her kişiye kulağını kapatır.

Kendisini ermiş addettiği için de, artık mutlak bir kibre bürünerek, kendisi gibi olamayan herkesi müşrik olarak bilerek, kalbinde oluşan katılaşmayı daha katmerleştirir.

İşte bu katmerleşme sonucu olarak, kendisini derin bir cezbe kaplar ve bu cezbe sonucu derin bir haz alarak daha fazla kendisini musavviresine teslim etmektedir.

Aziz kardeşim, şimdi düşün; kendisini veya seni veya tüm varlığı mutlak olarak Allah gören bir kişi, peki; yaşamında bunu ortaya koyarak yaşayabilir mi? Kendisini bu hayal ürünü bilince tümüyle teslim edip senle, senli benli konuşmadan irtibatta bulunabilir mi? Hani kendi Allah’tı… Hani her şey Allah’tı…

Eğer ki kişi, tümüyle sahip olduğu bilinç düzeyini insanlar arasındaki muamelatında kullanamazsa, o zaman sahip olduğu o içsel bilincin kendisine ne faydası var? Kişinin sosyal yaşamda kendisine faydası olmadığı bir sezginin, insanların fikir dünyasını karıştırmak için ortaya atması, neye yarar?

Buradaki olay şu; Allah mutlak olarak zatı itibarıyla münezzehtir. Benden, senden ve her bir birimden… Ama ben, sen ve her bir birim onunla kaimdir. O yok ol derse, yok olur. O varlığını devam ettirirse varlığı devam eder.

Nereye dönsen Allah’ın veçhi oradadır, der ayet… Bakara 115 “وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّواْ فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ ﴿١١٥﴾ Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh(vechullâhi) innallâhe vâsiun alîm(alîmun)”

Maamafih, meşrık de Allahın mağrib de, nerede yönelseniz Allah’ın vechi oradadır. şüphe yok ki Allah vasi’dir alîmdir.

Nereye dönersen Allah’ın veçhi oradadır, yani orada onun veçhine dönersiniz. İşte bu ayetle bize verilen sır şu ki, sen ve senin içinde yer aldığın tüm âlemler onun veçhi değildir. İşte bunu anlamaya çalış ve tefekkürünü et.

Bu noktada gözden kaçırdığımız şöyle bir olay vardır. O da; âlemlerde yer alan her bir varlık, ef’al âlemi sonucu Allah’ın yaratımı olan kesret âleminde yer alır. Tıpkı bizim gibi ki, bizde bir mahlûk olarak kesret âleminde var edildik.

Bu olayı anlamak için varlığımızın mahiyeti ve Allah ile ilişkisini iyi bilmemiz gerekir. Allah zatı olarak içimizde veya dışımızda olmadığı gibi, sıfatıyla, esmasıyla ve ef’aliyla da ne içimizdedir ne de dışımızdadır.

Bu tabirler bizim düşünce ve yaratım dünyamızı dizayn eden kelimelerdir. Biz ile Allah veya Allah ile biz, münasebetini düşündüğümüzde, tüm bu kavramlar işlevsiz kalırlar ve düşerler.

Olay kısaca şöyledir… Hu adıyla işaret edilen mutlak zat, kendi zati nuruna temaşa etti. Nur diyoruz veya ilim diyoruz, çünkü başka türlü izah edilecek bir kavram yoktur. İşte bu nurda sayısız anlam içeriği ve sonsuz şekilde mevcuttur.

Şimdi de öyledir ve hep öyle olacaktır. İşte bu nurdan bir tutam aldı. Yoğunluğunu düşürdü. Ve bu nura Nuri Muhammedi dendi. Yani tüm özelliklerinden etkileşim oluşturup seyrini dilediği övülmüş nuru oluşturdu. Sonra tüm âlemleri ve âlem içre âlemleri bu nurdan var etti.

Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimiz bu nura tam ayna olduğu için de, adı Muhammed oldu. Yani adını Nuri Muhammediden aldı. Her birimizin varlığı dahi bu nuri Muhammediden var olmuştur.

İşte bu nur Allahın zatından ayrıdır. Ama bu nur Allahın zatıyla kaimdir. Bu nurun keyfiyetini de asla bilemeyiz. Çünkü zatın yansıyan nurudur. Dengi misli benzeri yoktur. Bu nur, zatın dışındadır veya zatın içindedir de diyemeyiz. Çünkü iç ve dış kavramları, dünyamızda kullandığımız ve bizim bilinç dünyamızla ilişkili olan kelamlardır.

Olayı somutlaştırmak için şöyle bir örnek vereyim. Tabi ki bu örnek de olayı tam izah edemez. Çünkü O, tüm yönleriyle düşünce ve örneklemelerden münezzehtir. Ama olaya yakınlaştırmak için örneğe ihtiyaç doğar.

Siz bir limon düşünseniz, bu limon ne sizin içinizdedir veya ne de sizin dışınızdadır. Sizin düşünce alanınızdadır. Limonun şekil ve kıvamı da, daha önce hafızanıza giren limonlara göre şekillenir. Yani veri tabanınızdaki ilme göre şekillenir.

Allah ise, tüm ilmi kendindendir ve sıfırdan oluşturur tüm var ettiği halkını. Dolayısıyla gördüğümüz her bir varlık dahi bizim gibidir ve mahlûktur.

İşte biz ALLAHIN VECHİ OLMADIĞIMIZ İÇİN döndüğümüz her bir varlıkta bizim gibidir. Dolayısıyla gördüğümüz her bir yöndeki her bir varlıkta onun veçhi değildir. Eğer böyle olmasaydı bize diyecekti ki, siz de o vecihten bir tarafsınız. Ama öyle demiyor…

Dolayısıyla… Biz gibi diğer hiçbir varlıkta Allahın veçhi değildir. İşte geldik en son noktaya… O zaman bu baktığımız âlemler onun veçhi falan değildir.

İşte bu noktada tefekkür edilir… Zaten var edilen her bir varlık onun nurunun kendinden kendine diye bileceğimiz tarzda bir yansımadan başka değildir.

Olaya yaklaştırmak için bir örnek vereyim. Lütfen manayı alın örneği çöpe atın… Şöyle düşünelim, havada uçuşan bir balonun içindeki havanın her zerresine denilse ki, nereye bakarsan balon oradadır. İşte balonun içindeki hava zerrecikleri bir birine baksa ve bir birlerine derlerse işte sen balonsun, hata ederler. Belki balonun içindeki her zerrecikte o zerrecik gibidir ve 360 derece (x) 360 derece yüzü balonun yüzeyine dönüktür.

İşte fiiller âlemindeki her bir varlık öyledir. Ve tefekküre devam edelim… Ayet burada görüyorsunuz demiyor ki, oradadır diyor… İşte her bir varlık onun nurundan alınan bir tutam nurdan var edildiği için, O nurun içeriğindeki her bir nokta için 360 derece (x) 360 derece ve o bir tutam nurun içindeki her bir fiilsel varlık için tüm yönler için, işte tüm yönler veçhullaha dönük olur.

Buradaki olay gördüğün fiiller âlemindeki varlıklardır ki, veçhullahtan değildir. Bunu iyice bilelim…

İşte olayın izahı bu şekilde olur. Oluşan her bir nokta fiiller âleminDENdir. Dolayısıyla vecih değildir. Vecih yüz demektir. İşte nur da veçhullahtan yansır. İşte bunlar Allah’ın veçhi değildir. Bu çok önemli bir konudur. Bu konunun anlaşılması ile kişi mutlak tevhide erer.

Her ne yana dönersek Allah’ın veçhinden yansıyan nuru ilmiyetimiz itibarıyla seyir ederiz. Çünkü ayetin sonu vasiun alim denerek bitiyor. Yani ilmiyeti itibarıyla Allahın vasiun olduğu hatırlatılarak veçhullaha dönüşün tüm yönler itibarıyla orada olduğu bilgisi verilmektedir.

Müşahede edeceğimiz, her ne yana dönsek; gördüğümüzün Allah’ın veçhinin o olmadığı gerçeğidir. Allah’ın bize vermiş olduğu ilim, irade ve kudretle kendimizi Allah’ın bizimle ilmini seyir etmesini istediği yönüyle onun ilmiyetini kendimizde peyda edip serdediriz.

Yoksa kendisini et kemik sanan nefsin her türlü emelleri peşinde koş ve de ki o Allahın veçhi ve onun hakkında konuşma, bu olaydan gafil olmanın en büyük kanıtıdır.

Hakikat yaşamından ancak Kur’an ın yönlendirmesinin aksi halinde yaşam ile uzaklaşıyoruz. Çünkü Allah insana ilim, irade ve kudret ve diğer subuti sıfatların bizde oluşturduğu nakışlarla, cüz-i irade diyebileceğimiz sınırsız isteme kuvvesini vermiştir. Ama buna rağmen mutlak yaratıcının Allah olduğunu ve fiilleri yaratanın o olduğunu bilmek zorundayız.

Yarattığı fiillerinden razıdır. Çünkü kul istediğinde onu yaratır. Ama şu da var ki kulun azaba düçar olanların fiillerini istemesinden, o razı değildir. Ama şu inceliği de unutmayalım ki Allah kulunu kötü yola sapmasını gene kulu için razı değildir.

Onun için de önce kul razı olur ister, sonra Allah kuldan kulun razı olduğunu yaşam alanına döker. Bu menfide böyle olduğu gibi, müspet amellerde de durum aynıdır.

Nefsin basamakları sayılırken önce raziye sonra marziye gelir. Biz ne kadar razıyız? Ne kadar kur’an yaşamını yaşam ediniriz? Allahın emirlerini tatmin bir kalp ile uygularız da Allahın razılığından bahsederiz?

Rıza=Radiye bilinci kulun Allah’ın emirlerine Rıza göstermesidir. Bu dahi kulun iradesinin apaçık kanıtıdır…

Bu çok önemli bir konudur insanların yanılgı noktası da buradadır. Mahlûkatı Allah’ın veçhi sanırlar. Hayır, mahlûkat Allah’ın veçhi yani yüzü değildir. Allah böyle kavramlardan münezzehtir.

Bunu Allah’a en yakın olduğumuz secdede şöyle dillendiririz. “SUBHANE RABBİYEL A’ALA”. O halde iken dahi Allah, rububiyet itibariyle dahi eşrefi mahlûk olan insandan dahi münezzehtir. Bunu en güzel şekilde idrak edip olayın hakikatine vakıf olmazsak, vahdete erelim derken, ittihat yaparak şirke batmış oluruz.

Allah mutlak fıtrat üzere yaratır âlemini… İnsana değişim iradesi verdiği için, nefsine yenik düşer. Suçlu kuldur ve yaptığının karşılığına da erecektir.

Kur’an vahdeti ikilik üzerine kurar. Kul ile rabbi. Namaz ikilik üzerinedir. Asla ve asla kul, ALLAH DEĞİLDİR. Kul Allahın mahlûkudur ve Allah’ın ilmiyetinde yerini almıştır. Kim ki kulu kaldırıp yerine Allah’ı bırakırsa, o İslam çizgisinin dışına çıkmıştır.

Allah bizi İslam ile sorumlu tutmakta ve İslam dışındaki hiçbir inanışı ve düşünceyi bizden kabul etmeyecektir. Ve eğer ki İslam dışı bir itikada saparsa, kıyamet gününde kaybedenlerden oluruz.

Yani demem şu ki, varlığın özüne inip öz gerçekliğimizi anlayıp ona göre amel etmek için çalışırız. Başka da gayemiz yoktur.

Yorum yapın